2. BÖLÜM: ZAMAN NE İÇİN?


"Akıllı şu kimsedir ki, günü dörde ayırıp; Birincisinde yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münâcât eder, yalvarır. Üçüncüsünde, bir san'at ta veya ticârette çalışıp, helâl para kazanır. Dördüncüsünde, istirâhat eder ve mubâh olan şeylerle kendini eğlendirip, haram şeyleri yapmaz ve onlara gitmez"
Hadîs-i Şerif  [HÜCETÜL İSLAM İMÂM GAZÂLÎ; İhyâu Ulûmi’d-Dîn]

23. Ömür Geçip Gidiyor
----------------------
İnsan servet sahibi olabilir, bunun bir kısmını harcar,  bir kısmını harcayamaz. Ama zaman, diğer servetlerin aksine tamamen kullanılır. Zaman satın alınamaz, biriktirilemez, satılamaz, çoğaltılamaz, tehir edilemez, bir başka şekle çevrilemez, ancak ve ancak tüketilir. Ne bir saniye az, ne de bir saniye fazla. Herkes takdir edilen ömrü ne ise onu tüketmeden ölmez. İrâdî veya gayri irâdî,  bir sebeple  onu birtakım maksatlarla tahsis ederiz, bir bakıma yatırımda bulunuruz.  Zaman akıp gitmekte olduğuna göre, onu en değerli şekilde kullanmak akıl îcâbıdır. Ama en değerli, en iyi nedir? Bunun cevâbı son derece muğlak ve şahsa göre değişmekle  berâber, bâzı temel değerleri sayabiliriz.  Zaman maksat değildir. Zaman insan için yaratılmış, hem de hakça herkese bahşedilmiş bir kaynaktır. Bu kaynağın büyük bölümü her ân kendi irâdemizle verdiğimiz kararlarla, yaptığımız  tercihlerle şekillenmektedir. Şu hâlde öyle seçimler yapmalıyız ki, bir gün  geçmişin muhâsebesini yaptığımızda az pişman olalım. Nedâmet duyguları içinde kıvranmayalım.
Zaman değerlendirilmesi üzerine yazılanları tartıştığımız önceki bölümden hatırlanacağı üzere zamanı algılayış tarzımız, onu değerlendirmek için yapacaklarımızı da yönlendirmektedir. Zamanı hızla  birlikte düşündüğümüz takdirde hep daha çabuk yapmak, daha çok yapmak için çalışırız.  Hayatımızı kör bir koşuşturmaya mahkûm ederiz. Eğer hayat tek boyutlu olsaydı veya düz bir çizgiden ibaret bulunsaydı, yarış atı gibi seğirtip eşit zamanda daha çok mesafe kaydetmek veya aynı mesafeyi daha az saniyede kat etmek  başarı olurdu. Hayatımızı ganyan oyunu gibi düşünemeyiz.  Bazen savaşçı yaklaşımla kendimizi korumaya alırız. Bizden ilgi bekleyen ailemizden, sosyal ortamdan, iş ötesi değerlerden tecrit oluruz. Böyle yaparak aslında kendimizi dar ve monoton bir çerçeveye hapsederiz. Mutluluğu  teknolojide, araçlarda aramaya başladığımız olur. Ama hiçbir zaman ona kavuşamayız. Hep hayatın bir parçasını görerek, kısmî yönelişin eksikliklerini yaşarız. İçimizde dolmayan bir boşluk, bizi güçsüz kılan ve mahkûm eden bir açık hayatımızın bir yerinde var olmaya devam eder.

24. Geçmiş, Bugün, Gelecek
--------------------------
Geçmiş hayatımızı, bugünü(şimdi) ve gelecek hayatımızı yön levhaları ve kavşaklardan oluşan bir yol güzergâhı gibi düşünebiliriz. GENÇLİK zamanında yolumuzun üzerinde çok yönlü gidiş alternatifleri vardır. Meselâ tahsil yapmak, okullar arasında tercih yapmak, meslek seçmek, iş ve işyeri seçmek, eş seçmek vs. hep çok alternatiflidir. En azından öyle algılarız. Şimdi, BUGÜN bulunduğumuz noktada ise bu kavşaklardan, fırsatlardan birçokları geride kalmıştır. Bulunduğumuz noktada daha az seçim imkânına sahibiz. En azından yaşı elliye varanlar için okul seçmek, meslek seçmek, eş seçmek ve bunlarla ilgili tercihler olmuş bitmiştir. YARIN hayat güzergâhının sonuna doğru daha da azalacak ve bir noktadan sonra tercih imkânı kalmayacak ve tek yöne(mecburî istikamet) dönüşecektir. Hayatın başlangıç ve gençlik dönemlerinde serbestlik katsayımız yüksek iken, âhir ömürde serbestlik katsayısı sıfıra yaklaşmaktadır. Tıpkı bir ağacın gövdesinden yukarı tırmandıkça, tercih imkânının giderek azalması gibi.
Geçmiş alternatif olmaktan çıkmıştır. Seçim sahamızın gerisinde kalmıştır. Tıpkı önceden dökülmüş ve sertleşmiş bir beton gibidir. Artık üzerinde bir şekillendirme yapılamaz. Fakat geçmişimizden edindiğimiz öyle tecrübeler vardır ki bizim için birer referans olmuşlardır. Acaba bu referanslarımıza ne değerler biçtik, onları nasıl yorumladık? Hayattaki en önemli tecrübelerimize bağladığımız değerler bugünkü eylemlerimizi ve geleceğe bakışımızı doğru veya yanlış yönlendirebilir. Küçüklüğünde babasından çok dayak yemiş birisi, bunu ileride kendi çocuğunu dövmek için veya insanlara zulmetmek için kullanabilir. Yani kendisi için referans olmuş tecrübeye bağladığı anlam(yorum) ileride yapacaklarını şekillendirir. 
Gelecek henüz ötededir ve harcı karılmamıştır. Şimdi sahip olduğumuz harcı ise istediğimiz kalıba, istediğimiz şekilde dökebiliriz. Sözünü ettiğimiz referanslarımızı sevgi ve erdem yönelimli yorumlayabiliriz. Unutamadığımız bir acıyı, başkalarına tattırmamak için olumlu şekilde kullanabiliriz.
Bugün bulunduğumuz noktaya bir işaret koyup, kalan ömrümüzün ilk günü olarak kabul edebiliriz! İşte şimdi bir yenilenme fırsatını yakaladık. Olumlu düşünme, huzurlu yaşama, başarılı olmanın eşiğindeyiz. Bugünden itibaren atacağımız her adım, yapacağımız her tercih bundan sonraki hayatımızı şekillendirecektir. Zaman bizim için şimdi başlıyor...

25. Günlük Tutar mısınız?
-------------------------
Mutlu olamayışımızın, doyuma ulaşamamamızın gerisinde, fark edemediğimiz, fark etsek bile önemsemediğimiz veya kısa vâdeli, âcil baskısı altında hep tehir ettiğimiz ihtiyaçlarımız yatar. Tehir ettiğimiz veya hiç tatmin edilmemiş ihtiyaçlarımız hayatımızı dar çerçeveli, monoton bir döngüye çevirir. Herkesin az veya çok hayatında yanlış yaptığı, eksik bıraktığı veya yanlış tercihlerle heba ettiği zamanı olmuştur. Hayatımızın ders alınması gereken, bu eksik ve virajlı tecrübelerini, zaman içinde unuturuz. Yazılmayan unutulur. "Hâfıza-i beşer nisyân ile malûldür". Yazmadığımız, bir hayat muhasebesi yapmadığımız için neyi eksik bıraktığımızı teşhis edemeyiz. Kendimizi zaman içinde doğru okumanın eğlenceli ve üstelik öğretici bir yolu var: Günlük tutmak veya hâtıralarımızı yazmak. Edebiyatta hâtırât türü yazılar, bir ömür içinde doğup gelişen duygu ve düşünceleri, sebep-sonuç ilişkilerini gelecek nesillere yansıtan ve kıymet hükümlerimizin teşekkülüne yardım eden önemli vesikalardır.
 Okuyucularımız arasında küçük yaştan beri "günlük" tutanlar veya hayatının bir bölümüne dâir hâtıralarını yazmış olanlar vardır. Bu yazılara yıllar sonra dönüp baktığımızda hayatımıza veya belli dönemlerimize hâkim olmuş karakter çizgilerimizi, heveslerimizi, ne için çaba sarf ettiğimiz, neleri arzu ettiğimizi fark ederiz. Bu notlar inançlarımızın, değerlerimizin ve referanslarımızın ipuçlarını verir. Kısacası dünümüzün geri dönülmez ve katılaşmış resmi vardır orada. Bunlardan acabâ hangilerini şimdi de istiyoruz? Hangilerinin boş olduğunu veya en azından önemli şeyler olmadığını değerlendiriyoruz? Bâzen bize acı veren bir hâtıramızı, bir yanlışımızı yeniden yorumlarız ve o zaman " bir musibet bin nasihatten evlâ" olabilir.
Değerli eğitimci Dr. Ergenekon’un seminerinde aldığım bir notu sizinle paylaşmak istiyorum. Seksen beş yaşında Neydin Stayr adında bir hanım hâtıra defterine şöyle yazmış; “Hayatımı yeniden yaşamam mümkün olsaydı, bu kez daha fazla hata yapma cesaretini gösterirdim. Daha sakin daha esnek olur daha çok saçmalıklar yapardım. Daha az şeyi ciddiye alır, daha çok şansımı dener daha çok seyahat ederdim. Daha çok dağlara tırmanır daha çok derelerden geçerdim. Daha çok dondurma daha az fasulye yerdim. Gerçek dertlerim daha çok olabilirdi ama hayallerimin sayısı daha az olurdu.. Ben hayatının her saati ve günü belirli bir düzen ve tekdüzelik içinde geçenlerdenim.. Evet güzel günlerimde oldu.. Ama yeniden yaşayabilseydim onların sayısını artırırdım.. Eğer bu imkanım olsaydı her ânımın bir evvelkinden, her yılımın bir öncekinden daha güzel olmasına çalışırdım. Ben yola çıkarken yanından derecesini, şemsiyesini, sıcak su torbasını ve paraşütünü eksik etmeyen insanlardanım.. Yeniden yaşama imkânım olsaydı daha hafif seyahat ederdim.. Hayatımı yeniden yaşayabilseydim baharın başından pabuçlarımı çıkarırdım.. Ve sonbaharın sonlarına kadar öyle dolaşırdım.. Daha çok partilere gider daha çok atlı karıncalara binerdim.. Daha çok papatya toplardım. İşte böyle diyor.. Neydin Stayr”.
Bir annenin hâtıra defterinden birkaç satırı okuyalım: "Mücâdeleler sürüp gitmektedir. Dokuz çocuk büyüttükten sonra bâzı bakış açılarına sahip olduğumu düşündüm. Pek çok defa, onlara kızmış, soğukkanlılığımı kaybetmiş, onları yanlış anlamış ve doğruyu anlamadan yargıda bulunmuştum. Zamanla değerlerimi değiştirdim, gelişim merhalelerini geçtim. Artık aşırı tepki göstermemeyi, kendime gülmeyi, daha az kurala sahip olmayı ve hayattan daha fazla keyif almayı düşünüyorum. Çocuk yetiştirmenin hem fiziksel, hem de duygusal olarak zor bir iş olduğunu, ailenin esas itibariyle fedakârlıklar üzerine kurulduğunu öğrendim"(Covey, 1999, XXI).
Bendeniz aralıklarla da olsa on altı yaşımdan beri günlük tutuyorum. Orada elli altı yaşıma gelinceye kadar yolumun üzerindeki dönemeçleri, inişleri çıkışları, üzüntülerimi veya sevinçlerimi buluyorum. O zaman hangi değerlerle baktığımı, şimdi neler düşündüğümü, değişmemin hazırlayıcı sebeplerini bulabiliyorum. Mesela doçentlik tezimin tamamlanmasına çok az kala yaşadığım iki vak’a üniversiteden ayrılmama sebep olmuş. Birincisi, benden önce doçentlik imtihanına giren bir meslektaşımın jüri üyelerinin eşiği önünde şahsiyetini nasıl sıfırladığını, doçent olmak uğuna çok ezildiğini görmemdir. O zaman duâ etmişim "Allahım, beni bu hallere düşürme" diye. İkincisi sorumlusu olduğum ve öğrenciler mezun ettiğim bir dersin kadrolu hocalığına talip olduğum zaman, meşhur jürinin beni "yetersiz" değerlendirmesi idi. Ama üç ay sonra aynı jüri o dersin sorumlu hocalığını yapmaya yine beni seçiyordu! "Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu" diye yazmışım o vakitler. Sonra öğrendim; ilmî liyakatim değil, kimliğim yargılanmıştı... Kahır ve üzüntü içinde istifa ettim. O istifa hayatımın seyrini değiştirdi. Engin tecrübeler kazanmama, çok geniş bir çevre edinmeme, daha yüksek bir hayat standardı yakalamama yaradı. Benim için kaldıraç oldu... O gün davranışlarımı anlamayan ve yanlış değerlendiren akademisyen arkadaşlarım "Sen zamanında çıkış yaptın. Biz artık treni kaçırdık" diyorlar.
Değerli Yazar dostumuz Ünal Bolat Türkiye Gazetesindeki köşesinde, yaşayanların ağzından romanlaşmış hayatları anlatmaktadır. Yüzlerce örneğin her birinde dünkü değerler ve yapılanlar, bugünkü nefis muhasebesi ve yarına dâir endişeler, yeni arayışlar yer almaktadır. Meselâ bu satırların yazıldığı 18/12/99 günkü "Hayatım Roman" köşesinde şu ifadeler yer almaktadır: "İşyerimde gösterdiğim performans dolayısıyla şirketimde çok önemli bir göreve terfi ettirildim. Ama işimdeki başarımı hayatımın geri kalan alanlarında gösteremiyordum. Aile ilişkilerimde hiç tutarlı değildim. Bundan sonra kendime yeni bir yol çizmeye kalksam, bana neye mal olur? Kimseye açmadığım bu sorular gün geçtikçe beynimi kemiren bir kurt gibi sürekli kafamda zonkluyor. İç dünyamda baş gösteren bu çelişkiyi nasıl çözüme kavuşturacağım?"

26. İşkolik Birisi miyiz?
-------------------------
Hayatımızın geçmişine dönük, değiştiremediğimiz betonlaşmış zeminindeki desenlere, hâtıra defterimizdeki kalın çizgilere göz atmaya devam edelim. 13. maddede aile mutluluğu ile iş başarısı ve para kazanma arzuları arasında bir zaman çatışması yaşanabileceğinden söz etmiştik. Zamanını hep işine ve işyerine ayıran, sâdece işini düşünen kimselere "işkolik" diyoruz.  Bâzı işkoliklerin işyerlerinde çok başarılı oldukları görülür. Hayatlarının bir bölümünde bu başarıları onları tatmin etmekte, kendilerini huzurlu, güvenli ve itibarlı hissetmelerine yetmektedir. ABD'de yapılan bir araştırmaya göre(Senge, s. 330) birinci sınıf yöneticilerin çoğu anne, baba ve eş olarak sınıfta kalmaktadır. Bunların çocuklarının çoğu psikiyatrik tedavi görmektedir. Niçin? Çünkü vaktiyle eşlerine ve evlâtlarına hiç zaman ayırmamışlardır. Çocuklarıyla hiç ilgilenmedikleri için, onların bunalıma düştüklerini, uyuşturucu batağına kaydıklarını fark edememişlerdir. Eşlerini hep ihmal etmişler, bir defa birlikte seyahate çıkmamışlardır. Eşlerinin yüzüne tebessüm etmeye, ellerini tutup, hatır sormaya vakit ayırmamışlardır.
Meşhur misali bir daha hatırlayalım: İşyerinde bütün astlarıyla kısa konuşan, vaktimi almayın diye ikaz edip duran, sert mizaçlı müdür evine döner. Yine işyerinde imiş gibi davranmaya devam eder. Hanımına kuru, sert ve hızlı bir şekilde sorar:
- Hanım iyi misin? Çocuklar nasıl? Ne yemek var?
Aldığı cevap tam işyerine uygundur:
- İyiyim. Kızamık. Köfte!
Buna benzer konuşma ve tavırları işkolik gardiyan, hep öğrencilerle yaşadığını sanan işkolik profesör, mezar kazıcısı koca, "temizlik hastası" ev hanımı, "garnizon" tavırlı subay, işkolik hurdacı için de düşünebilirsiniz...
Bu işkoliklere sorarsanız, ihmal ettikleri önemli işleri yapmamanın bahânesi olarak işlerini gösterirler. Bunların davranışlarının altında "iş benim hayatımdaki en önemli şeydir" inancı yatmaktadır. Kendilerine tek boyutlu, iş eksenli yaşadıkları hatırlatıldığında çoğu zaman inkâr ederler. Aksine aile düzeninin, dinî inancın, yeni şeyler öğrenmenin, insanlarla ilişkilerin, sosyal faaliyetlerin, sağlıklı yaşamanın çok önemli olduğunu savunurlar. Hattâ hobi sahibi olmanın öneminden bile söz ederler. Oysa kendi yaşayış tarzları ve yaptıkları sözlerini doğrulamamaktadır. Dahası bâzıları sırf ailelerini geçindirebilmek için bu kadar çok çalıştıklarını öne sürerler. Dinî değerlerden, insanların ot gibi yaşamaması gerektiğinden bahsederler, ama hiçbir eğitim almamışlar, bir mâbedin kapısından bile bakmamışlardır. Yıllardır iyi bir kitap okumamışlardır. İş çevresi dışında kimseyle görüşmemiş, arkadaşlığa vakit bulamamışlardır. Eve döndüklerinde işlerinden kendilerini kurtaramamışlardır. İş eksenli yaşadıkları aktif yıllar bir gün biter, ilgiye en muhtaç oldukları dönem başlar. Ama o zaman da etraflarında sarılacak kimseler bulamazlar! Ailedeki başarısızlığı bu zamana kadar hiçbir başarı telâfi edememiştir. Ölüm döşeğindeki hiçbir kimse "keşke büroda daha fazla zaman geçirseydim" dememiştir.

27. Para, Eğlence, Bilim, Rütbe?
--------------------------------
Aynı irdelemeyi sürdürerek kendimize, çevremizdeki kimselere, oldukça geniş bir kesime uygulaya çalıştığımızda, yaşayışımıza hâkim olan başka kalın çizgileri görebiliriz. Bu maksatla birkaç hayat kesiti alalım, bâzı irdelemelerde bulunalım:
• Para kazanmak, servet edinmek,
Meselâ para kazanmak, hayatımızın en önemli amaçlarından, duygularımızı şekillendiren araçlardan biridir. Ama servet edinmek çoğu kimse için hayatın tek amacı hâline gelmiştir. Ona kavuşunca her şeye sâhip olabileceğine inanmaktadır. Şuur altı hep para hırsıyla örülmüştür. Böyle kimseler biraz daha fazla para kazanabilmek için, paradan çok daha değerli nice görevleri ve rolleri feda ederler. Kendilerini sınırlarının ötesinde zorlarlar, aileleriyle, dostlarıyla geçirebilecekleri zamandan vazgeçerler. Hatta sağlıklarını mahvederler. Kıtlıklarla örülü bir dünyada yaşadıklarını düşünür ve kendilerinin kazanması için, başkalarının mutlaka kaybetmesi gerektiğine, hayatın bir savaş olduğuna kendilerini şartlandırırlar.
Para birçok kimse için heveslerin, gururun, imrenme, kıskançlık ve nefret duygularının kaynağı durumundadır. Kaygıları, hırsları, korku ve güvenleri, öfkeleri, itibar duyguları hep para ile ilintilidir.
Pek çok insan yeterli paraya sahip olduğu anda hayatındaki bütün zorlukların nihâyet bulacağına inanmak gibi bir yanılgı içindedir. Acaba, nasıl olursa olsun, nereden gelirse gelsin deyip, bütün fırsatlarımızı ve zamanımızı para kazanmak için kullanır ve servet sâhip olursak, hayattaki amaçlarımıza ulaşmış olur muyuz?
Belki para çok şeye yarıyor. Kendini özgür hissetmek, başkasına el açmamak, muhtaçlara yardımda bulunmak ancak varlıklı olmakla mümkündür. Ama çok para sâhibi olduğu hâlde mutlu olmayan kimseler vardır. Hepimiz para kazanmak uğruna hayâtında boş bıraktığı gedikleri doldurmak için, başka arayışlara girmiş nice zenginleri tanıyoruz. Ama nafile... Oysa toplum içinde daha az kazandığı hâlde, geliriyle mütenasip olarak hayır ve hasenât yapan, servetinin bir kısmını başkalarıyla paylaşan mutlu kimseler de tanıyoruz. Onlar hayatlarına "vermek, cömertlik" motiflerini katabilmiş bahtiyarlardır.

• Zevk ve safâ,
Hayat zevk ve safâ içinde yaşamak için midir? Elbette hüzün ve çile içinde yaşamayı istemeyiz. Ama günümüzde körpecik yaşta hem sınırsız para harcayıp, her türlü zevki tadan ve tatmin olmayarak, uyuşturucuya ve sapıklığa varan çılgınlıklara dûçar olmuş nesiller görüyoruz. Son yıllarda sıkça haber konusu olan "satanist" gençlerin beslenme ve barınma çabasına düşmüş, marjinal ailelere  mensup olmadığını biliyoruz.  Tarihte  zenginliği, debdebeyi, eğlenceyi had safhada yaşamış olan Pompei halkının âkıbeti bir ibret vesikası olarak,  lâv katmanları ile korunmuş ve tablolaştırılmıştır.  
• Bilim, fen, san'at,
İlim  ve fen nâmına uğraşıp, sahasında parmakla gösterilir olmuş bilim adamları vardır. Lâboratuarlardan, kütüphanelerden çıkmamışlar, ailelerini dahî ihmal etmişlerdir. Ama günün birinde içlerinde dolmayan bir boşluk duyarak "değer miydi!" diye yakınmışlardır, intihar edenleri bile vardır. 
• Rütbe, şöhret,
Zamanında çok meşhur olmuş başkanlar, kalabalıklara hükmetmiş komutanlar,  herkesin ismini ezbere bildiği nice politikacılar vardır. Bir gün ikbalden düştüklerinde kimse tarafından aranmamış, sorulmamışlardır.  Bir gün zillete düşeceklerini bilseler, öyle mi yaşarlardı? Dünya dolusu hayranları bulunan Elvis Presley, yıllar sonra bile "gelmiş geçmiş en şûh sanatçı" olarak anılan Marylin Monroe, Nobel ödüllü romancı Ernest Hemingway, daha niceleri şöhretin zirvesine çıkmışlardı. Hepsinin ortak özelliği intihar etmeleridir. Aynı misâller her meslek erbâbı ve her seviyeden insan için bulunabilir. Onlar bir hayat boyu mutluluk adına koşmuşlar, aradıklarına kavuşmuşlar ama içlerinde hâlâ bir boşluk ve acı bulmuşlardır. Boşluğu bastırmak için içki, sigara, fazla yemek(öylesine ki boğazlarına parmak sokup tekrar yemek), eğlenmek, uyuşturucu almak vs sûretiyle ötelemeye, uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Ama saadetin gerçek kaynağını, hayatın amacını hiçbir zaman keşfedememişlerdir.
Saydığımız örneklerdeki gibi yaşayıp, bir gün vicdan muhasebesi yaptığımızda "bunca zamana değer miydi" diye pişmanlık duyacağımız bir hayat sürmeyi istemeyiz.  Hayatın sonunda mümkün olsa da geri dönüp,  tekrar yaşasaydık, aynı fiilleri mi işlerdik?  Böyle bir şey mümkün olsaydı, şüphesiz  ömrümüzün sonunda o eksik bıraktığımız yönleri de kazanmaya çalışır, gönül huzûruyla ve mutmain olarak bu âlemden göçecek bir yol izlerdik. Tercihlerimizi o yönde kullanırdık.
Fakat hayatımızı önceden prova şansımız olmadan, bir defa yaşıyoruz ve geri dönüş imkân ve ihtimâli yok. 
"Cihâna bir daha gelmek hayâl edilse bile,
Avunmak istemeyiz, öyle bir teselliyle"
Âhirette ömrümüzü(zamanımızı) nerede tükettiğimiz, ilmimizi ne maksatla kullandığımız, bedenimizi(sağlığımızı, enerjimizi) nerede eskittiğimiz ve paramızı(servetimizi) nereye harcadığımız sorulacaktır. Buna inanarak ve gereğini yaparak yaşayanların kişisel fayda ile yetinmediklerini, topluma da çok şeyler kazandıran kâmil insanlar olduklarını görüyoruz.
Bu bölümün başından beri sorduğumuz sorular ve hayatımızdan çekilmiş birkaç kesite göz attık. Şimdi biraz daha yakından bakalım.

28. Peki Ne İstiyoruz?
----------------------
Bizler her şeyi merhalelerle geçeriz. Görünüşe, zevâhire önem vermek, iyi intiba bırakmak, meşhur olmak, kendimizi başkalarıyla kıyaslamak, gem vurulmaz hırslarla yaşamak, bol para kazanmak, itibar görmek, parmakla gösterilen biri olmak, sevgi dolu bir evlilik, saygı gösteren çocuklar, Boğaza bakan bir ev, Akdeniz sahilinde bir yazlık, dünyayı baştanbaşa gezmek, unutulmaz bir kâşif olmak, kendimizi geliştirmek... Değer yargılarımız ve şahsiyetimiz bu arayışlar arasında törpülenip, şekillenir. Eğer sondan geriye gelip, bilerek ve tartarak bir daha yaşasaydık acabâ hangi soruları sorarak başlardık.
Belki tuhaf gelecek ama çoğumuz hayatta gerçekten ne istediğimizi tam bilmiyoruz. Yukarıda saydığımız isteklerin birçoğu gerçekten ihtiyaçlarımızı bilmekten kaynaklanmıyor. Daha çok çevreden öğrendiğimiz ve kendimize model olarak seçtiğimiz kimselerden "ithal ettiğimiz" isteklerdir. Modelimizi veya "değer" kavramımızı değiştirirsek, hayattan beklediğimiz de değişir.
Hayattan ne bekliyoruz? Sorusu bu kitap ile vermek istediğimiz ana mesajı içinde taşıdığı için, yukarıdaki yaklaşım şeklini farklı bir üslup ile biraz daha açalım. 25. ve 27. maddelerde günlüğünü okuduğumuz ve yaşantılarından örnekler sunduğumuz kahramanların müşterek noktası şudur: Onların hiç biri hayattan ne istediklerini bilmiyorlardı. Bu sebeple de kendilerini sahte alternatiflerle oyalıyorlardı. Hayatlarının bir bölümünü eksik yaşıyorlar, dengesizliğin faturasını ödüyorlardı. 
Şimdi, yukarıdaki örnekleri irdeleyip, kendine ilk soruları sormuş  ve zihinlerini hazırlamış olanlara bâzı görüntüler sunarak, daha net bir kavram oluşturmaya çalışacağız.
• Dolu Dolu Yaşamak,
Lügat karşılığıyla yaşamak; varlığını sürdürmek, geçinmek, hoş vakit geçirmek, keyif ve saadet(mesut olmak, bahtiyar olmak, mutluluk)içinde olmak anlamlarını ihtiva etmektedir. Halkımız keyifli ve mutlu yaşamaya karşılık olarak "dolu dolu yaşamak" ifadesini kullanır. "Sıradan bir kimse" olmanın üstüne çıktığımız, tüm varlığımızı duygu ve şuurla donattığımız, kendimiz olduğumuz zamanlar hayatımızın en haz veren, doyum noktalarıdır. Özgürce seçim yaptığımız, niçin yaptığımızın farkında olduğumuz, içimizle, değerlerimizle tutarlı olduğumuz bir hayat. Duyu organlarımızın en hoşlandığımız hisleri aktardığı, aklımızın erdiği, kalbimizin tasdik ettiği, sonsuz ufuklara açılır gibi olduğumuz o târifsiz demler... Dolu dolu yaşamak herhalde budur.
Dolu dolu yaşamak pahalı yaşamayı, çok  serveti mecbur kılmaz. Büyük başarılarla doldurulmasını da şart koşmaz. Hayatımız büyüklü küçüklü sıra dışı yaşantılarla, sıradan, küçük şeylerin bir bileşkesi değil midir? Dolu dolu yaşamak hiç şüphesiz fertlere göre değişebilir; önemli olan kendi hayatımızı anlamlı kılmanın yollarını ve yöntemlerini arayıp bulmaktır.
Okulda başarılı olmak, toplum içinde kabul edilir olmak nasıl bir eğitim işiyse, hayatı daha dolu(mesut, bahtiyar) geçirmek de öğrenilebilir(Ö.Köknel,1998, s.21). Hepimiz öylesine dikkatlerimizi görevlerimize, hemen önümüzde ve yakınımızda bulunanlara, dokunduklarımıza yoğunlaştırmışızdır ki, daha pırıltılı, haz veren bir yaşama biçimi için kafamızı yormayız. Başımızı kaldırıp ötelere, ufka bakmayı, âcil ve somut olanın üstüne çıkmayı aklımıza bile getirmeyiz. Böylece günlerimiz (49-52. maddelerde inceleyeceğimiz) âcil baskısı ve stres altında, en azından yavan bir şekilde akar gider.
Dolu dolu yaşamakla zihnî odaklanma arasında ilgi vardır(Robbins,1991, s.604). Sevdiğimiz bir konuya kendimizi bütünüyle kaptırıp, zamanı unuttuğumuz tecrübelerimiz olmuştur. Öylesi durumları tahlil edersek; hiç sıkılmadığımızı, stres altında olmadığımızı, bunalmadığımızı fark ederiz. Çünkü âcil olana odaklanmıyoruz. Kendimizi Bugün! Hemen! Derhal! Şimdi! Zorbalarının tasallutu altında görmüyoruz. Dikkatimizi daha zevkli ve kendimizce önemli maksatlara çevirdiğimiz için, zamanın farkında bile olmuyoruz. Şu hâlde zihnimizi doğru odaklayarak, huzurumuza katkı yapmak elimizdedir.
* İhtiyaçlarımız,
Bütün canlıların vazgeçilmez(hayatî) ihtiyaçları vardır. Bir ihtiyaçlar çevresi içinde yaratılmışızdır. Bitkiler önümüzdeki maddede ele alacağımız ihtiyaçlar çevresi içinde bulunmaktadır. Hayvanlar beslenme, korunma, hareket etme ihtiyacı içindedir. İnsanların doğuştan getirdiği ve tatmin etmek istediği daha ileri ihtiyaçları vardır. Dopdolu, mutlu bir hayat bu ihtiyaçların tatmin edilmesiyle olabilir. Cüceloğlu(1999 a) ve Köknel' in adı geçen eserlerinde insan ihtiyaçları şu ana başlıklar etrafında toplamaktadır:
- Güven içinde olmak,
- Özgür ve özerk olmak,
- Sınırlarını ve sorumluluklarını bilmek, 
- Farkına varılmak, Kabul edilmek, doğal bulunmak,
- İlgi ve itibâr görmek,
- Sevilmek, özlenmek,
- Değerli olmak, kendinden daha büyük bir bütünün özgün, vazgeçilemeyecek bir parçası olmak,
- Üretici olmak, topluma bir şeyler vermek,
- Kendini gerçekleştirmek, Güçlü olmak, "istersem yapabilirim" duygusu içinde yaşamak.
İnsanların mutlak mânâda ihtiyaçlarının hava, su, yiyecek ve çevre etkilerinden korunmak olduğunu söyleyen Smith(1998, s.168), psikologların ısrarlı fikirlerine katılarak, listesine güçlü mânevî ihtiyaçlarımız bulunduğunu da eklemiştir. Yazara göre hayatta gerçekleştirdiğimiz her eylem aşağıdaki ihtiyaçlarımızın bir veya birkaçına karşılık vermek içindir. Bunlar:
- Yaşama,
- Sevme ve sevilme,
- Kendini önemli hissetme,
- Çeşitli deneyimlerde bulunma.
Hayatımız ve mutluluğumuz aslında ihtiyaçlarımızla imkânlarımız arasında bir denge kurma işidir. Ama hayatımızı bir denge içinde yaşamak için yeteri kadar düşündük mü? Denge bizim için ne anlama gelmektedir? İmkanlarımız içinde en iyisini yapmakta olduğumuzdan emin miyiz? Delikanlılık çağındaki isteklerimiz şimdi neden farklılaştı? Âhir ömründe insanların çoğu neden "boşa geçen koca bir ömür" pişmanlığı yaşarlar? Hayata tekrar dönmek mümkün olsaydı acaba hangi değerlerle hareket eder, ne tür tercihlerle hayatımıza yön verirdik? Eğer bu mümkün olsaydı, hayatımızı anlamlı ve mutlu kılacak bir yol izler ve dopdolu yaşamanın ölçülerini koyardık. Meselâ aşağıdaki gibi bâzı soruları sorarak, zaman güzergâhımızı çizerdik:
- Benim davranışlarıma, hayatıma yön veren, ona egemen olan yargılarım nedir?
- Hayatta ne olmak ve ne yapmak istiyorum?
- Hayatıma mânâ kazandıran, onu yaşanmaya değer kılan şeyler nelerdir?
- Bunlar arasında öncelikler nasıldır? En önemli olan hangisidir?
- Nereden gelip nereye gidiyorum, niçin varım, nihâî  amacım ne?
- ..........
Vs. sorular sorardık, üzerinde düşünürdük. Daha başlarken bu soruları sorup bir rota tespit eder ve hep o hedefe yönelirdik.
Şu halde hepimiz kendimize bunları sorabilir ve cevaplarını da verebiliriz. Vereceğimiz cevaplar kendimize ne misyon biçtiğimizi, hayata nasıl baktığımızı gösteren temel paradigmamızdır. Hayâtımızın omurgası ve kimliğimizin ayırıcı unsurudur. Bu sorulara kişisel cevâbımız fevkalâde önemlidir. Çünkü kararlarımızı, zamanımızı nasıl kullanacağımızı bu değerler yönlendirecektir. Saat, gün, hafta, yıl, ömür boyu yapacaklarımızı bu omurgaya raptedeceğiz.
Yukarıdaki soruların cevâbı,  matematikçilerin optimizasyon (biz buna doyum veya en iyileştirme diyeceğiz) adını verdikleri bir hesâbın içinde yatmaktadır. Optimizasyon(doyum) hesâbı; istenmeyen alternatiflerin minimizasyonunu (asgarîleştirilmesini) ve istenen faydaların maksimizasyonunu (âzamîleştirilmesini) yapmaktır.  Dikkat edilirse "doyum veya en iyi" asgarî ile âzamî arasında bir yerdedir. Bir kombinasyon, bütünleştirme işidir.  Bunu yaşayışımıza tatbik ettiğimizde "dengeli ve mutlu bir hayat" için ihtiyaçlarımızı bilmek ve ona uygun tercihlerde bulunmak demektir. 
Mutluluk, iç huzuru, başarı, sevgi vb arayışlarımızda doyum(optimizasyon) sağlamak için; hayattan beklediklerimizi, ihtiyaçlarımızı bütün olarak görmek, insanların davranış yasalarına(fıtratına) uygun davranmak ve zamana tüm hayatımızı kucaklayan bir perspektifle bakmak gerekmektedir. 

29. Denge Şartı: Minimum Yasası
-------------------------------
Makro kozmos(Kâinat), astronomi, çağdaş uzay bilimleri, biyoloji, vücut, organ, doku, hücre, mikro kozmos(atom) vs. incelediğinde, her şeyin bir denge içinde yaratıldığını anlıyoruz. Ekonomi, sosyoloji, siyâset temeldeki denge kanunlarını kullanabildiği ölçüde başarılı olmaktadır. Eşyanın tabiatına aykırı davranarak doyum ve mutluluk arayışı içinde olamayız. 
Tabiat Kanunları(Doğal Yasalar) dediğimiz şey, insanların, meclislerin, Birleşmiş Milletlerin yürürlükten kaldıramayacağı yasalardır. Yerçekimi kanunu hep işliyor, aerodinamik kurallarını biz koymadık. Koyunlardaki kopyalama olayından anladık ki, genetik yasalarını reddeder veya değiştirmeye kalkarsak, kontrol edemeyeceğimiz felâketlerin altında kalabiliriz. Bunun gibi kabul etsek de etmesek de bizim algı ve isteklerimizin dışında hayatımıza hükmeden yasaları bilir ve onlarla uyum içinde hareket edersek güvenli ve başarılı bir hayat süreriz. Görmezden gelir veya onlarla savaşmaya kalkarsak başarısız olacağımız gibi, hem kendimizi hem de başkalarını mutsuz kılarız.(Smith, s.16).
Hayatın, canlılar âleminin tabi olduğu doğal yasaları incelemek denge arayışı veya yorumunda bize çok yardımcı olabilir. Meselâ bu konuda basit, ama çok öğretici bir yasadan söz edeceğiz. Bitkilerin gelişmesinde "Sınırlayıcı Etmenler Kanunu" veya  "MİNİMUM YASASI" diye bir gerçek vardır. Elde edilecek ürün miktarı o ürün için gerekli maddeler arasında miktar bakımından en düşük olan maddeye bağlıdır. 19. asırda yaşamış olan Alman bilim adamı Justus Von Liebig "Kimyanın Tarım ve Fizyolojiye Uygulanması" kitabında şöyle demektedir: "Toprakta tüm öteki bitki besin maddeleri optimum seviyede bulunsalar bile, bunlardan birinin noksanlığı yahut yokluğu hâlinde topraktan kaldırılan ürün miktarını bu minimumdaki besin miktarı belirler". Bu tesbit sonradan Minimum Yasası olarak kabul edilmiştir.(Güner, s.21-24. ve Kaçar, s.10). Bilindiği üzere bütün bitkiler karbondioksit, su, ışık, ısıya ve yapıtaşlarını oluşturan azot, fosfor, potasyum(asıl elementler), kalsiyum, magnezyum ve kükürt gibi talî(ikincil) elementlere ihtiyacı vardır. Bunlar olduğunda büyüme ve gelişme için lâzım olan organik maddeleri kendileri sentez edebilirler. Bunların bulunduğu ekolojik ortamlarda yaşayabilirler.
ŞEKİL: AĞAÇ RESMİ
Toprak içinde temel elementler, ikincil ve iz elementler ile nem, hava var. Saçak kök sistemi topraktan bu ihtiyaçları alıyor. Gövde asıl yönelişi gösteriyor. Ana ve talî dallar, yapraklar, meyveler şekilde görülüyor.
Ama sağlıklı ve tam gelişme içinde olmaları için bu asıl elementlerden başka demir, çinko, molibden, bor, bakır, manganez vs. on tane "iz elemente" ihtiyaçları vardır.  Bitki yapısında çok az, eserî miktarda bulundukları için "İZ ELEMENTLER" adı verilmiştir. Ama ne var ki tam ve sağlıklı gelişme ancak ve yalnız bu iz elementlerin tam dozda verilmesine bağlıdır. Eğer on tane iz elementin dokuz tanesi tam dozunda verilse ve sâdece birinin dozu eksik olsa, meselâ %35 oranında kalsa, o bitkinin gelişmesi %35 sınırında kalır! Eksik verilen iz element diğer tüm elementlerin katkısını sınırlamaktadır!İşte buna bitkilerdeki minimum yasası diyoruz.

Minimum Yasasını hayatımıza uygulayarak şöyle bir genellemede bulunabiliriz: 
KARŞILANMAYAN BİR TEMEL İHTİYAÇ, EN ÖNCELİKLİ HÂLE GELİR, BAŞKA İHTİYAÇLAR KARŞILANSA BİLE, BÜTÜNÜN GELİŞMESİNİ KENDİ YETENEĞİ İLE SINIRLAR.

• Fıçı Nereye Kadar Dolar?
Şimdi Minimum Yasasını daha kolay anlaşılacak başka bir misal ile tekrar açıklayalım. Fıçı misali bu konuda çok işe yaramaktadır. Bildiğiniz üzere fıçı, terbiye edilmiş tahtadan yapılan silindir şeklinde kapalı kaplardır. Sıvı maddeler konur. İyi bir fıçı sızdırmasızdır, sağlamdır, ağaç kalitesi yüksektir. Eğer fıçıyı oluşturan tahtalardan birinde çatlak veya delik olursa, içine konan sıvı sızar ve delik seviyesine kadar boşalır. Diğer parçaların sağlam olması sonucu değiştirmez. Eğer bir fıçıda birkaç tane delik veya sızıntı varsa, en aşağıdaki çatlak dolma sırını tayin eder. Yapılacak iş bu çatlakları tıkamaktır. Ama en önce en alttakini! Altta delik olduğu sürece, fıçının yüksekliğini artırmanın veya üstteki kaçakları önlemenin faydası yoktur. En alttaki çatlak sonucu belirler. Bâzen bütün parçaları tamam, kulpu, çemberi takılmış fıçılar vardır. Ama bir tahtasında kırık veya çatlak(!) varsa ise hiçbir işe yaramaz. Bu gerçeği dile getirmek için, Anadolu'da birçok özellikleri, hattâ çok güçlü yanları bulunan, ama bâzen sakat(zihinsel özürlü) tavırlar sergileyen kimselere "bir tahtası eksik!" derler. Bir tahtası eksik kişiyle yola çıkmazlar, iş tutmazlar, ona güvenmezler...
• RESİMLER: Bir tam, bir de tahtası eksik fıçı
Minimum Yasası ve fıçı örneğini günlük hayatımıza, organizasyonlardaki davranışlara, şirket yapılarına, yönetim fonksiyonlarına, futbol kulüplerine vs. daha birçok yere uygulayabilir, yorumlar çıkarabilirsiniz... Meselâ takım hâlinde yapılan bisiklet yarışmasında, altı kişilik bir bisiklet ekibinin derecesi sondan beşinci tekerleğin derecesidir. En önden gideninki veya hepsinin ortalaması değildir(Bir tanesi normal fire sayılıyor). 
Bunun gibi;
- Herkes en zayıf yeteneğinin müsaade ettiği kadar gelişebilir. Kendini geliştirmek isteyen, önce bu zayıflıktan kurtulmalıdır.
- Bir zincir en zayıf halkasının dayandığı kadar yük çekebilir.
- Trafik en dar şeridin müsaade ettiği kadar süratli akar.
- Bir bina en zayıf yapı elemanı ve en zayıf bağlantı noktası kadar dayanıklıdır. Nitekim 1999 Ağustos ve Kasım aylarındaki depremler bunu doğrulamaktadır.
- Bir işletme en zayıf fonksiyonunun müsaade ettiği kadar gelişebilir.
- Bir iş yerinde en zayıf elemanın performansı o işletmenin verimini ve  ürün kalitesini tayin eder. Bunun idrak edilmediği yerlerde yönetim boş yere süper insan arayışlarına yönelir, insanlar üzerinde haksız baskılar kurar...
- Bir ekipte başarı zirvedeki, yıldız oyuncunun seviyesinde gerçekleşmez. En zayıf elemanın performansı genelde sonucu tayin eder. "Tahtası eksik" yönetici zayıf elemanların performansını yükseltmek veya en kalitesiz olanını değiştirmek yerine, yıldız oyuncu transfer eder!
- Bu mantığı izleyerek "tahtası eksik organizasyon", "tahtası eksik yönetim", "tahtası eksik demokrasi" vs. den bahsedebiliriz...
- Hayat da böyle. Tahtası eksik(!) bir hayat yaşamayı kim ister?
Mutluluk, hayatını bir denge içinde sürdürebilmenin ürünüdür. Şimdi bu perspektif ile bakarak, mutlu, başarılı bir hayat sürmek, mutmain olarak zamanımıza nokta koymak için ihtiyaçlarımız nelerdir? Hangi sahalara yatırım yaptığımız(vakit ayırdığımız) takdirde hayatımızı tam ve denge içinde yaşayabiliriz? Hayatımızın olmazsa olmaz şartları(minimum yasası) nelerdir? Sorularına cevap arayalım.
Eşref-i mahlûkat olan insanın ihtiyaçlarını aşağıdaki maddeler hâlinde tasnif etmeyi uygun buluyoruz.

30. Fizikî ve Biyolojik İhtiyaçlar
----------------------------------
Hepimizin beslenmek, barınmak, sağlığımızı korumak, büyümek, eğlenmek, istirâhat için fizikî ve biyolojik ihtiyaçlarımız vardır. Vücut sağlığı "Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi" mısrâında yer aldığı üzere her şeyin temelidir. Vücûdun sağlıklı olması doğru beslenmeye, yeterli dinlenmeye, zararlı alışkanlık ve maddelerden korunmaya, düzenli idman yapmaya vb. bağlıdır. Öyle ise kendimize birkaç soru yönelterek, bu ihtiyaçlarımızı ne kadar karşılayabildiğimizi düşünelim. Meselâ:
- Vücûdumda aksayan, ağrıyan bir yerim var mı? Bir sağlık sorunu yaşıyor muyum?
- Bu yıl tam bir sağlık kontrolünden geçtim mi?
- Düzenli olarak spor yapıyor muyum?
- Kilom boyuma ve yaşıma uygun mu?
- Denetim altına almam gereken zararlı alışkanlıklarım var mı?
- Yeteri kadar istirahat edebiliyor ve eğlenmeye de vakit bulabiliyor muyum?
- ...........
Şu hâlde zamanımızın kâfi miktarda kısmı bu maksatlara tahsis edilmelidir. Bu ihtiyaçlarımızı karşılamak için paramız, ekonomik  gücümüz bulunmalıdır. Hayat standardımızı artırmak ve devamlı kılmak isteriz.  Bunun için bir meslek sâhibi olmaya, çalışmaya ve işin gereklerini yapmaya ihtiyacımız vardır. Medenî ihtiyaçlarımızı karşılayacak bir gelir garantisiyle emekli olmak isteriz. Bir tasarruf plânımız olmalıdır. İmkânlarımızı değerlendirmek, bu maksatla tasarladığımız bir program dahilinde yaşamaya mecbûruz. Bu kendi irademizle kazanıp, uygulayabileceğimiz bir disiplindir. Zaman ayırmadan ve zahmetine katlanmadan, bir piyango ile veya sihirli bir değnekle mutlu olacağımızı düşünemeyiz.

31. Ailevî İhtiyaçlar
---------------------
Ailenin bir ferdi olarak; anne, baba, eş veya evlât rolümüz vardır. Aile içi ve akrâba çevre ile ilişkilerimizi korumak, yükümlülüklerimizi yerine getirmek vazifemizdir. Maalesef insanların en çok ihmal ettikleri ödevleri sıralamasında ilk başta aileleri gelir. Geçimsizliklerin çoğu eşlerin ortak duygu, değer ve düşüncelerini paylaşacak zamanları olmamasından - bunu önemli bir ihtiyaç olarak görüp, zaman bütçeleri içinde pay ayırmadıklarından - ileri gelmektedir. Ailenin ihmal edilmesinde en çok işkolik davranışlar rol oynamaktadır. Şirketlerin ve kurumların iş hayatıyla, aile hayatının çatışmaması için üstlenecekleri sorumlulukları olmalıdır. İşyeri yanında kreş açmak, çalışanlarının sosyal yönlerini geliştirmek vb hususlar kısmî iyileştirmeler yapar. Ayrıca aile meselelerini de iş meselesi gibi ele almalarını sağlamak ve bunlarla ilgili tartışmalara, özellikle de zaman taahhütlerine dair tartışmalara katmak faydalı olacaktır. Gerektiğinde aileleriyle birlikte geçirdikleri zamanı etkili kılmak için insanlara rehberlik etmek düşünülmelidir. Çünkü iş ve aile çatışmalarında asıl sebep zaman yetmezliği değil, meselelere doğru şekilde yaklaşmayı bilmemektir(Senge, 336). İnsanların evlerinde ve işyerlerinde aynı değerlerle yaşamaları çatışmaları azaltır. İşyerinde bilgi ve duyguları paylaşmayanlar, evlerinde de paylaşmazlar. Ailevî ihtiyaçları ihmal etmek için hiçbir mazeret ileri sürülemez. Öyle ise kendimize hemen sormalıyız:
- Aileme yeterince zaman ayırıyor muyum?
- Onlarla baş başa geçirdiğim vakitlerim oluyor mu? Ne sıklıkta?
- Yaşlı ve uzaktaki ebeveynimi, akrabamı son ne zaman aradım? Ne sıklıkta ziyaret ediyorum?
- Ailem için etkinlikler plânlıyor muyum?
- Eşime, çocuklarıma yardımcı oluyor muyum?
- Bu yıl ailece nerede tatil yapmayı plânlıyoruz?
- Eve iş getiriyor muyum?
- Aile fertlerinin yüz ifadelerini, davranışlarını okuyabiliyor ve açılmalarına yardımcı olabiliyor muyum?
- Akşam sofrasında ne konuştuk? Nasıl bir ortam teneffüs ettik?
- Televizyonla ne kadar, ailemle ne kadar vakit geçirdim?
- İşyerinde çevremdekileri sıkıyor, eziyor, susturuyor muyum?(İşte böyle davrananlar çok büyük ihtimalle evde de aynısını yapıyorlardır).
- ..............

32. Toplumsal İhtiyaçlar
------------------------
Aileden sonra komşuluk hakları gelmektedir. Ben komşularımı, komşularım da beni tanıyor mu? Asansörde karşılaşmanın ötesinde ne tür müştereklerimiz var? Çevremizdeki daireyi genişlettiğimizde hemşehrilik ve vatandaşlık görevlerimiz, insanlık nezdinde sorumluluklarımız bulunmaktadır. Bunların hepsini beşerî (toplumsal) ihtiyaçlarımız olarak târif edebiliriz. Kendimize şunları sorabiliriz:
- Toplum eylemlerine katılıyor muyum?
- Hangi vakıfların üyesiyim?
- Hangi hayır hizmetlerine katılıyorum?
- Yakın zamanlarda ihtiyacı olan birine yardımda bulundum mu?
- ........... 
Kendimizi bunların olmadığı ıssız bir adada veya sitede tek başımıza yaşıyor farz edemeyiz.  Veya  toplum içinde herkesi kendimize borçlu ve hizmetçi, ama biz onlara karşı sorumsuzmuşuz gibi davranamayız. Sevmek sevilmek, yardımlaşmak, güven vermek ve güven bulmak, tecrit olmamak, medenî hayatın gereklerini yerine getirmek sorumluluğumuz, aynı zamanda da ihtiyâcımızdır. Bunlara da vakit ayıracağız.

33. Mânevî, Rûhî İhtiyaçlar
---------------------------
İyi ahlâk sâhibi, aydın bir kişi olmak isteriz. Kişisel gelişme için zaman ayırmaya, diğer canlılardan farkımız olan varoluş sebebimizi anlamaya, tefekkür etmeye ve Cenâb-ı Hakk'a ibâdete ihtiyâcımız vardır. Bunları da rûhî ihtiyaçlarımız olarak tasnif edebiliriz.
Acaba mânevî ve ahlâkî ilkelerimizi hayata geçirebiliyor muyuz?
Hiçbir dine mensup olmadığını ve bir Mab'ûd, ne de ma'bed tanımadığını söyleyenler, aslında kendi tasarladıkları bir puta tapınmaktadırlar! Materyalizm ve "lâ dînî " akımlar zamanımızda çağdışı olmuştur. Teknolojide, insan haklarında, demokraside önde giden ülkeler, vatandaşlarının bir dîne mensup olmalarını istemekte, bunu kişisel bir kalite garantisi olarak görmektedirler. Ferdî ve toplumsal gerilimlerin ve doyumsuzlukların altında, iyi araştırılırsa ve samimî davranılırsa, inanç boşluklarının yattığını anlarız. Bencillik ve materyalizm üzerine kurulu bir asırlık öğreti ve dayatmacılık insanlığa çok değer kaybettirmiştir. Batı yıkılan aile düzeninin, ihmal edilen mânevî değerlerinin ve dayanışma rûhunun faturasını çok ağır ödemiştir. Şaşâalı hayâtın, gökdelenlerin aldatması altında bin çirkef yatmaktadır. "Din afyondur" öğretisine sarılanların evlâtlarının uyuşturucu bataklığında çırpınıyor olması alelâde bir tesâdüf değildir. “Din iyi ahlâktır”. Kendine ve tüm insanlara karşı taşıdığı sorumluluğu müdrik olarak yaşamaktır. Ferdî dengeye sâhip olup, başkalarına da yardım etme gücünü ve sorumluluğunu taşıma meziyetinde olmaktır. Hayâtımızın anlam kazanması ve benliğimizin, bencilliğimizin dışına çıkabilme gücünün kaynağıdır. Din sâyesinde kendisini daha büyük bir bütünün parçası olarak görebilen insanlar, günlük hayatın zorluklarını katlanılması gereken bir anlam çerçevesine oturtmakta ve isyan etmemektedirler. Kanun toplum içindeki insanlar için uyulması gereken alt sınırdır. Bunun altına inmek suçtur. Îman ise en üst kalitedir. Değil suç işlemek, kanun sınırına inmeyi bile eksiklik sayar.
Psikolog Meyers(1992) Mutluluk Arayışı başlıklı kitabında, dinî îman veya hayatın anlamına dâir bir inanç taşıyanların mutlu insanlar olduğunu, bunların hayırsever girişimlere en büyük katkıyı yaptıklarını belirtmekte, dînî şuûrun fert için kendi küçük dünyasında ilerlemekten daha geniş kapsamlı bir gündem oluşturduğunu kaydetmektedir. "Duâ etmek, dini etkinliklerde bulunmak, hayır yapmak, âlimlerin yazdıklarını incelemek kalbin eğitiminde hayâtî bir rol oynar. Böylelikle önemli işlerin ne olduğuna dâir kıymet hükümlerimiz oluşur.  En önemliyi daha az önemlinin önüne geçirmemiz için gereken tutkuyu ve gücü ondan alırız. Karar ânında, âciliyetin ve ânlık tatminin câzibesini bunun verdiği güçle aşabiliriz" diyor.
"Herkesin  gönlünde bir aslan yatar". Hepimiz cemiyet nezdinde îtibâr görmek, sevgiyle  karşılanmak, iyilikle yâd edilmek isteriz. Arkamızda iyi bir mîrâs, kendimizden sonraya bir eser veya iz bırakmak arzu ederiz. Kendilerini yüksek hedeflere adayanlar için önem kavramı yerini bulmuştur. Onlar geri kalanları "sudan şeyler" olarak  kenara iterler. Bu entelektüel veya maddî birikimi yapmak hayat programımızda yer almalıdır.

34. Meslek İhtiyâcı, İşler ve Projeler
--------------------------------------
Herkes meslek sâhibi olup bir işte çalışarak geçimini sürdürecek  ve iş performansını geliştirecek geliri kazanmak durumundadır. Öğrenmek, eğitim almak, mahâret sahibi olmak,  mesleğimizle ilgili işleri ve projeleri uygulamak görevlerimiz vardır. Hiç kimse başkalarının alın terini istismar ederek yaşamayı düşünemez. Düşünenler de zâten mutlu olamaz. Üstelik çağımız sürekli çalışmayı, eski teknik ve metotları terk edip, yenilerini öğrenmeyi, hep ilerlemeyi zarûrî kılmaktadır. Bunu yapmayan çağ dışı kalır, yarışmada geri düşer.  "Beşikten mezara kadar ilim aramak"  ve "İlim Çin'de de olsa almak" sorumluluğumuzdur. Öğrenmeye devamlı yatırım yapmadığımız takdirde câhil kalmaya ve geri kalmışlık damgasını yemeye mahkûm oluruz.
İş hayatımızda zaman ayırmamız gereken hususların en önemlisi şüphesiz, sâhibi veya mensûbu bulunduğumuz işletmelerin, kurumların orta ve uzun vâdeli gelişme projeleridir. Bu gerçeği ülke çapında veya uluslararası sahada üne kavuşmuş, başarılı işadamlarının ve yöneticilerin eserlerinden ve hayat hikâyelerinden anlıyoruz. Büyük başarılar dâima ısrâr, sabır ve uzak görüşlülükle birlikte seyretmektedir. Mevsimlik bir sebze yetiştirmek istiyorsak, zihnimiz  kısa süreli; günlük, haftalık plânlarla meşgul olacaktır. Ama asırlarca yaşayacak çınarlar dikmek istiyorsak, asırlar ötesi hedefler güden engin düşünceye sâhip olmak gerekmektedir. Ağaç dikmek veya bir tesis kurmak isteyen, bunun ömür boyu sürecek bir karar ve disiplin olduğunu idrâk etmelidir.
Kendimize şu soruları sormalıyız:
- Mesleğimde ilerlemek için bir plânım var mı?
- Oraya nasıl ulaşacağımı biliyor muyum?
- Şu andaki meslek çizgim beni varmak istediğim yere götürecek mi?
- Şirketimin vizyonu, stratejisi, hedefleri var mı?
- Bunlar hakkında ne biliyorum?
- İşimde nasıl daha verimli olabilirim?
- Çalıştığım kurumun geleceği için astlarımı yetiştiriyor muyum?
- Bildiklerimi paylaşıyor muyum?
- ..............
Ne kadar tanıdık ve gerekli sayıyoruz bu soruları değil mi? Ama bunların iş dünyâsında kendiliğinden şekillenen bir davranışlar olmadığını da söylemeliyiz. Sorumlu mevkide olanlar böylesi soruları kabulleniyorlarsa, geleceğe dair projeleri varsa, ajandalarında(ve uygulamalarında) ne kadar yer tuttuğunu incelemek suretiyle, konuya gerçekten verdikleri önemi fark edebilirler. 
Kendini bütün varlığı ile işine adamanın ne kadar doğru bir hareket olduğu sorulmaktadır. Her seviyeden 2000 kadın ve erkek yönetici arasında yapılan bir araştırma iş ve meslek değişmelerine kolayca intibak edebilen ve kendine uygun bir görev üstlenenlerin, meslekî hayatı ile özel hayatı arasında iyi bir denge kurabildiklerini ve bunların meslekî zorlukları, hatta yıkım sayılabilecek kayıpları dahi göğüsleyebildiklerini ortaya koymuştur. Yine bu araştırmaya göre, en bedbaht olanlar kendini işte tüketip, evinde çocuklarına kızan, televizyon karşısında yığılıp kalanlardır(Bartolome - Evans, p.90). 
Yazarların "tahtası eksik bir hayatı" tarif ettikleri dikkatinizi çekmiş olmalı.
Projeler ve işlerle alâkalı iki tür yanlış çok sık işlenmektedir: Birincisi, birkaç günde veya birkaç haftada başlayıp sonuçlanacak kısa vâdeli işleri anlamaya ve tartışmaya kâfi zaman ayırmayarak, hemencecik karar verilmesidir. Bu çoğu zaman "iş bitirici adam" olmak için yapılır. Önemsenmediği için, kontrolü de yapılmayan bu küçük(!) işler, bir gün irileşmiş ve âciliyet kazanmış olarak karşımıza dikiliverirler. Âciliyet baskısı altında, yarım yamalak yaptığımız işleri, eğer fark eder ve fırsat bulursak, çok zaman ve para harcayarak düzeltmeye mecbûr kalırız. İkincisi de, müessesenin geleceğiyle ilgili, yıllarca devam edecek meseleler, nasıl olsa çok vakit var diyerek, tehir edilir. Bir gün kapıya dayandığında, aceleyle ve eksik olarak ele alınırlar. İşler ve projelerle ilgili inceleme ve karar alma yanlışları beşinci ve yedinci bölümlerde geniş olarak ele alınacaktır. 

35. Eğitim, tefekkür ve gelişme
-------------------------------
İnsanı diğer canlılardan ayıran ve üstün kılan en önemli özellik her halde düşünebilmesi, tefekkür edebilmesidir. Nitekim Descartes "Düşünüyorum, o hâlde varım" diyerek veciz ifade etmiştir. İnsanlar yaratılıştan beri "hakikat"e ulaşmak için bitmez tükenmez bir arayış içinde olmuştur. Felsefe, bilim, sanat hep bu arayışın, gerçeğin ötesine uzanma ihtiyacının, merakının türevleri olarak düşünülebilir. O halde insanın dolu dolu yaşadım diyebilmesi için, gerçek diye sunulanlarla yetinmemesi, muhayyilesini zorlaması, tefekkür etmesi gerekir. Tefekkür insan zihninin yeni fikirlere uzanması, yeni sentezler bulmasıdır.
Öteleri hayal edememek, tefekkürden mahrum yaşamak ne çekilmez sığlık, ne katlanılmaz monotonluktur.
• İnsana Yatırım,
Bir kuruluş için en önemli unsur insandır. İnsana yatırım yapmak, yani onları eğitmek ise en önemli stratejidir. Eğitim uzun vâdeli bir yatırımdır. Bu yatırım bir yandan insanın gelişmesini sağlarken, diğer yandan da kuruluşun, işletmenin büyümesine ve başarısına katkı yapar. Bir müdür, üretim şefine kalitenin niçin istenen seviyeye çıkmadığını sorduğunda, "onları eğitecek  vaktim yok" cevâbını alıyorsa, orada henüz aslî görevin tam olarak anlaşılmadığı ortaya çıkar. Hiçbir eğitim, diplomayı aldığımız günkü seviyesinde veya birkaç günlük stajın kazandırdıklarıyla kalamaz. 
• Beşikten Mezara İlim,
Beşikten mezara kadar ilim öğrenmek ve yeniliklerin sağladığı fırsatlardan yararlanmak zorundayız. Bugün gelişmiş ülkelerin üniversitelerinde bir yılda ortaya çıkan yenilikleri özetleyip, tanıtan beş günlük, bir haftalık konferans dizileri ve seminer programları tertip edilmektedir. Bu Yaz  Üniversitelerine her yaştan ve meslekten patronlar, üst yöneticiler büyük ilgi göstermekte, yeni ufukları tanıyıp, fikir alışverişinde bulunmaktadırlar. Bu konuda üst yöneticiler örnek olmalıdırlar. Önce kendilerini, sonra da birlikte çalıştığı insanları yeni şartlara göre eğitmeli, yetiştirmelidirler.
Hepimiz okumanın, öğrenmenin öneminden söz ederiz. Ama gerçekten ne kadar zaman ayırıyoruz? Hemen soralım:
- Belli konularda bir okuma programım var mı?
- Son ayda hangi kitabı(kitapları) okudum?
- Kitapçıları ne sıklıkta ziyaret ediyorum?
- Bir yılda kaç konferansa, sergiye, fuara gittim?
- Mesleğimle ilgili hangi dergileri biliyorum? Hangilerine aboneyim?
- Üniversiteden mezun olduktan sonra, kendimi yenilemek için kaç defa nerelerde eğitim aldım?
- ............
İşbaşında, hattâ hizmet dışı eğitimde, en çok karşılaşılan güçlüklerden biri zaman baskısıdır. Herhangi bir yöneticinin hemen her zaman, "acele" yapılması gereken bir takım işlerinin var olduğuna çok şahit olmuşuzdur. Genellikle yöneticiler çok yüklü çalıştıkları ve mesai zamanının kendilerine yetmediği iddiası ve görünümü içindedirler. Bu yüzden de kendilerini eğitmeye zaman ayıramadıklarını söylerler. Eğer eğitim için zaman ayırabileceklerini belirtirlerse, âmirlerinin nezdinde bunun, bir anlamda işlerinin kendilerini tam doldurmadığı ve boş zamanları kaldığının itirafı gibi düşünürler. Oysa yapılan incelemeler, bir yöneticinin işbaşında kendisini yetiştirmesi ve eğitimi için toplam çalışma zamanının % 10'u ayırması gerektiğini göstermektedir(Öncü, 1998, s.70). Öte yandan yöneticilerin, yapılan eğitimin kendilerine yararlı olduğuna ve menfaatlerine katkıda bulunduğuna inandıklarında, eğitim için gereken zamanı kolayca buldukları görülmektedir.
Bilim ve teknoloji süratle yenilenmekte ve gelişmektedir. Bu yenilenme  organizasyonlarda, alışkanlıklarda, iş yapış tarzlarında, ilişkilerde bir değişimi  ve yeni usûllerle yarışmayı zarûri kılmaktadır. Dünün siyah kolçaklı kâtiplerinin yerini, bilgisayarlı sekreterler almıştır. Bir zamanlar büro ve arşiv düzeni için, kutularda kâğıt demetler istif edilirdi. Bugün aynı şekilde büro yönetmekte ısrar edenlere artık iyi gözle bakılmıyor. Şimdi zamana uygun çalışabilenleri arıyor ve seçiyoruz. Yani değişimi yakalayanları ve uyanları arıyoruz. Kendimiz için de bu aynı şeydir. Bunları son yayınlardan okuyarak, seminerlere, konferanslara, fuarlara katılarak edinmek durumundayız. Bunları edinmek önemlidir. Ama daha önemlisi, önceki bilgi ve davranışlarımızdan bâzılarını terk ederek, kabımızı yenileyebilmek ve yeni tavırlar içinde performansımızı yükseltmektir. O. W. Holmes "İnsan zihni yeni bir fikre uzandığında, bir daha asla eski boyutlarına dönmez" diyor. Yeni fikrî açılımlar yapabilenler yepyeni ufuklar kazanacaklar. Bu ise zor ve zahmetli bir iştir. Herkes  değişimin bu yokuşuna tırmanmaya hazır değildir. Uyumlu insanlar alışkanlıkları ile değil, hâl ve şartlara kolay intibâk etmeleriyle, değişimi kabul etmeleriyle tanınır. Katı ve dogmatik olanlar etraflarına ördükleri sur içinde, hep savunmadadırlar. Kuruluşlar her yaşta değişime ayak uydurabilen gayretli, fedâkâr insanların omuzlarında yeni üst yörüngelerine daha kolay otururlar.
Gelecekteki organizasyonlarda yöneticilerin öğrenme süreçlerini derinlemesine düşünmeye, model tasarlamaya ne kadar zaman ayıracağını kimse bilemez. Ama geçmiştekinden çok fazlasını ayıracakları muhakkaktır. Yöneticilerin çalışma zamanlarının %25'ini organizasyon ve şirket mimarlığını öğrenmeye, işleyişini takip etmeye adayacakları uzmanlarca ifade edilmektedir(Senge,1998, s.329).

36. Küresel Etkinlik Standartları
---------------------------------
Bugün dünyanın vardığı rekabet şartları şirketleri topyekün bir değişime mecbur etmiştir. Hangi şirket kendini bir ân önce yenileyebiliyorsa o avantaja sahip olmaktadır. Global rekabette "zaman" stratejik bir önem kazanmıştır. Günümüzde profesyonellik doğru düşünebilmek, iyi hazırlanmak ve doğru uygulamak üzerine bina edilmektedir. Bill Gates "düşünce hızında çalışmak" gerektiğini vurgulamaktadır. 
Bugün Batılı bir yönetici ve işadamının zamanlarını verimli kılmak için bâzı etkinlik standartları vardır. Bu görevlerde olanlarda en azından; toplum önünde konuşabilmesi, sesli-görüntülü cihazlar yardımıyla bir raporu sunar olması, fikirlerini bir masa etrafında meslektaşlarına doğru terimlerle, insicamlı ve açık bir şekilde anlatabilmesi, toplantıları başarıyla yönetebilmesi, tanınan süreleri aşmaması, bir raporu dört başı mâmur yazabilmesi, tezlerini belgelemesi, kararlarını kanaatlere ve duygulara değil gerçek olaylara ve ölçümlere dayandırması, dinlemeyi ve dikkatini ana konuya teksif etmeyi bilmesi, fikirleri rakamlara vurup yorumlar olması istenir. Zamanın farkına varmış Batı ülkelerinde çoğu yöneticilerin bu standartları yakaladığını görüyoruz. Ama aynı kalitenin Asya, Afrika, Orta Doğu insanlarında her zaman bulunamadığını îtiraf etmeliyiz. 
Bu standartlar, kişisel gelişmenin vazgeçilmez ihtiyaç olduğunu ve kendimize ciddî olarak zaman ayırmamız gerektiğini hatırlatmaktadır.

37. Çok Değil, Akıllıca Çalışmak
--------------------------------
Bölüm başından beri saydıklarımızdan anlaşılıyor ki, saâdet içinde yaşamının sırrı ihtiyaçlarının farkında olmak, hayatı bütün olarak görmek ve neyi neye tercih edeceğini, yani önceliklerini  bilerek  yaşamaktır. Her an kendini yenileyebilmek, ânlık/günlük/hayat önceliklerini gözetmek bu işin anahtarıdır. 
Günümüzde başarılı olmak için çok çalışmak yetmiyor. Artık çok değil, akıllıca çalışmak, bilenlerden sormak,  tecrübelerden faydalanmak zorundayız. Üstün başarılı insanlar üzerinde yapılan incelemeler, bu kimselerin farklı bir rûhî yapıya sâhip olduklarını göstermektedir. Servan-Schreiber'in ifâde ettiğine göre(JLSS 1989, s.176) "Bu kimseler vicdanlarından gelen sese kulak vererek, her işlerini sanat için yaparlar. Mâzeret aramaya gerek duymadan, meseleyi çözerler. En kötü netîceyi bile alsalar, bütün sorumluluğu üstlenirler. Yapacakları her hareketin ve karışacakları her hâdisenin provasını zihinlerinde devamlı tekrarlarlar. Ayrıca bu kimseler sırası gelince çalışmayı kesip, istirâhata çekilerek, stresten korunurlar. Teferruâtın zihinlerini altüst etmesine fırsat vermezler, yetki devrederler ve iş vermesini bilirler." 
Gates(1999, s. 213) insanların akıllı sistemleri kullanarak, tekrara dayalı, akıl gerektirmeyen işlerden alınıp, daha verimli faaliyetlere kaydırılmasını savunuyor. Rutin işleri bilgisayarlara bırakmalıdır. Şirketin bilgileri artıp, veri tabanları karmaşıklaştığında, arama tarama çalışmalarını bilgisayar insandan daha iyi başarır. İnsanlardan hamallık ve günlük stoklara dadılık etmek yerine, yeni ürün seçimi, pazar analizi ve katma değeri yüksek faaliyetler için faydalanılması akıl îcâbıdır. İşadamı için bilgisayar daha çabuk ve derin analiz demektir. Muhasebeciler için yıl sonu hesabını kapatmak artık aylarca çile çekmek değil, birkaç saatte bitirilecek iş demektir.
Yönetimin esasının, kendini yönetebilmek olduğunu söylemiştik. Bir işin yapılacağı en uygun vakti seçmelidir.  Nasıl ki, ekim ve dikim yapmanın şartları varsa, tavı gelmeden ve iklimini bulmadan verim almak mümkün değil ise,  iş görmenin de uyulması gereken kuralları vardır. Meselâ; Bir insanın yetişmesi; biyolojik, psikolojik, pedagojik, sosyal birçok ortamlara bağlıdır. Bu ortamlar oluşmadan, şartlarında pişmeden bir kimseye "yetişkin" muamelesi yapılamaz, yapılmamalıdır. İnsanlara güven duymak ve yetki vermek, iş ortamının gereklerindendir. Ama çıraklık tecrübesi geçirmeden, bir kimseye ustalık görevi verilmemelidir. Verilirse yanlışlık bir gün kendini gösterir ve faturasını ödetir. Zamanlamayı yaparken daima bir ihtiyat/risk dengesi kurmak  gerekecektir.
İşadamının karar verirken dikkate alacağı teknik ve teknolojik meseleler,  mevzuât devamlı değişme hâlindedir. Zaman ayırırken bu değişimin, hareketli ortamın getireceği imkân veya imkânsızlıkların tahmin edilmesi lazımdır. Gez, göz, arpacık ve hedef bir çizgiye gelmesi halinde tetiğe basıp, avı vurabiliriz. 
Nihâyet bütün işlerimizde ve hayatımızda parçalar arasında çimento görevi yapan istikrar isteği vardır. İstikrar arayışı bazen ataklığa mânîdir. Ama içinde bir ümit ve devamlılık rûhu taşıdığı da unutulmamalıdır.
Günlük hayatımızda çok rastlandığı üzere, işlere bir önem sırası verilmediği için, önemsiz projelerin  "kriz" kılığına girerek, öncelikli konu hâline geldiği görülür. Birkaç saat içinde çok şey yapmak zorunda kalınır. Böyle durumlarda yöneticinin âcil durum baskısı altına girmemesi için, önemliyi âcilden ayırabilmesi gerekir. Âcil işler nâdiren önemlidir. Önemli görevler ise, pek ender olarak hemen, bugün  ya da bu hafta yapılması gereken işlerdir.  Âcil görevlerin ânî çekiciliği onları karşı konulamaz kılar. Böylece tüm enerjimizi çekip tüketirler. Ama zamanın derinliği içinde, o aldatıcı önemleri silinir. İncir çekirdeğini doldurmayan şeylerle, önemli görevleri kenara ittiğimizi hatırlar ve üzülürüz. Âcil durumların esiri olduğumuzu o zaman fark ederiz.
Bâzıları baskı altında daha iyi çalıştıklarına inanır. Baskı onları harekete geçirinceye kadar beklerler veya sürüncemede bırakırlar. Problemlerle karşılaştıkça halletmek yoluna giderler. Bunlar yangın çıktıktan sonra  alevlere su sıkan telâşlı itfâiyecilere benzerler. Önde gitmek yerine problemlerin arkasında sürüklenenlerin başarılı yöneticiler olduğunu kimse söylememiştir. Plânlı çalışmayı, öncelikleri gözetmeyi ihmâl eden pek çok yönetici, işleri birbirine karıştırır, sonra da zaman yetersizliğinden şikâyet eder. Bu zaman baskısı, yönetim seviyesi ile birlikte artar. Hep âcil durum baskısı altında çalıştıklarından, işleri bir türlü rayına oturtamazlar. Böylece sükûnetle ve uzun vâdeli düşünmesi gereken  üst yöneticiler, telâşlı ve günübirlik uygulamalar arasında boğulup kalırlar. Tabîi olarak, bu yöneticiler pek fazla çalışmak zorunda kalırlar, işkolik olurlar. Böyle olanlara acımalıyız. Aynı zamanda kendimizi de bu tehlikeden korumaya çalışmalıyız. 
Araştırmacılar, çok çalışmakla olumlu sonuç almak arasında doğrudan hiçbir ilişki bulunmadığını ortaya koymuşlardır. Sekiz saatin üstünde çalışıldığında üretimin  ve verimin hızla düştüğü tespit edilmiştir. Sürekli olarak normal süresinden fazla çalışan bir insan daha gevşek davranmaya başlar, bir müddet sonra da gevşek çalışmaya alışır.
Başarısız yöneticilerin husûsî hayatlarından fedakârlık yapan veya âilelerini ihmâl eden kişiler olmasına şaşmamalıdır. Mecbûrî tâtil uygulaması, sanâyinin aşırı çalışmaya karşı aldığı bir tedbirdir.  Etkili bir plânlamayla çalışılan her saat, uygulamada üç ya da dört saat kazandırmakta ve daha iyi sonuçlar sağlamaktadır. Gâyeye yönelik olmayan çabayla, sonuç alıcı gayret arasında bir ayırım yapılmalıdır. Yöneticinin oturup düşünmesinin ve plân yapmasının bir zaman kaybı olmadığını bilmeliyiz. İyi yapıldığı sürece, işi erken bitirip, biraz rahatlatıcı, dinlendirici faaliyetlere yönelenlere,  hatâlı davranıyormuş gibi bakılmamalıdır.
Yöneticiler kuruluş içinde yükseldikçe zamanlarının büyük bir bölümünü, kendilerine ve işlerine hiçbir katkısı olmayan şeylere harcamak zorunda kalıyorlar. Bunların çoğu, boşa giden zamandır. Binlerce çalışanı bulunan bir şirketin sâhibinin veya önemli bir kuruluşun genel müdürünün nezâket gereği harcadığı zaman giderek artmaktadır. Öyle olur ki, yılın birkaç günü dışında, her akşamını dışarıda geçirmek zorunda kalanları vardır.  Onlar için saatlere mal olan akşam yemekleri  resmî  görev hâline gelmiştir. Ne var ki, başka bir tercîh de görülememektedir.
Buna benzer zaman israf ettirici faaliyetler her yöneticinin hayatında bolca bulunur. Şirketin  iyi bir müşterisi ilgisiz bir konuda bile aradığında, satış idârecisi "Meşgûlüm" diyemez. Hastahâne idârecisi doktorların, hemşirelerin, hastabakıcıların her birinin verdiği dâvete katılmak zorundadır. Yoksa önemsenmediklerini zannederler. Bir bürokrat, bir  milletvekilinin, bir bakanın telefon rehberinden bulabileceği basit bir bilgiyi öğrenmek için telefon ettiğinde, ilgi göstermek zorundadır. Bu tür şeyler gün boyunca sürer gider. İdâreci konumunda olmayanlar bunlardan daha iyi bir durumda değildir. Onlar da, üretkenliklerine bir katkıda bulunmayan, ancak aldırmazlık da edemedikleri taleplerin bombardımanından kurtulamazlar.
İnsanlara ve işlere birkaç dakika harcamak üretkenlik değildir. Gerçekten bir fayda sağlanmak isteniyorsa, o işin icâp ettirdiği genişlikte bir zaman ayrılmalıdır. Meselâ bir rapor hazırlamak için beşer, on beşer dakikalık parçalarla bir hafta boyunca 200 dakika harcamak yerine, bir günde bütün olarak iki saat ayırmak en doğrusudur(konu 8. Bölümde ele alınmıştır). Bunun gibi, yardımcısının veya bir görev ekibinin günlerdir, yoğun gayretle hazırladıkları raporu, rasgele on beş dakika ayırarak tartışabileceğini ve işin özüne inip, performansı değerlendirebileceğini düşünen bir idâreci(örneği maalesef pek çoktur) yalnızca kendini aldatmaktadır. Etkili bir sonuç elde etmek isteniyorsa, hiç olmazsa bir buçuk saat veya daha uzun bir zaman dilimini ayırmak  lâzımdır.

38. Bilgi Çağı ve Zaman İhtiyâcı
--------------------------------
1980 yılından sonrasını "Bilgi Çağı" olarak adlandırmak ortak bir görüş hâline gelmiştir. OECD verilerine göre, zengin ülkelerde bilgiye dayalı iş üretimi, 1985'ten 1990'ların ortasına kadar yüzde 45 artmıştır.  Bilgi klâsik üretim faktörleri olan; toprak, emek ve sermayenin önemini azaltmıştır. Eskiden bir işyerinde müdür vardı. Onunu bir şoförü bulunurdu, sekreter daktilo ile yazma işlerini yapardı. Şirket gerekirse tercüman kiralar veya tercüme yapması için ayrı bir eleman istihdam ederdi. Bu kadar insanın bir arada iş görmesi bir koordinasyon gerektirirdi ve daha uzun zamanda iş biterdi. Bilgi çağında ise yönetici ile arabayı kullanan, bilgisayarda  rapor yazıp, mesajları geçen, tercüme yapan veya yabancılarla aracısız görüşen aynı kişidir! Bilgi Çağına girmemiş şirketlerde bilgiler insanlar tarafından taşınır. Bilgi Çağının şirketlerinde gündelik bilgi akışı bilgisayarlarla gerçekleştirilir. İnsanlar zamanlarını fevkalâde hâller için veya daha değerli konular için kullanır.
Bilgi işçisi vasıflarını derlemiş bir kimsenin istihdam bedeli de elbette yüksektir. Böyle olunca bilgi çağı, klâsik faktörlere göre oluşmuş, zamanında başarılı olarak da tatbik edilmiş yönetim modellerinin, organizasyonların ve o dönemler için geçerli insan ilişkilerinin dışında bir yapıyı ve ilişkiyi empoze etmektedir. Nitekim şirketlerde e-posta kullanımının yaygınlaşmasıyla, orta kademe yöneticilerinin bilgi filtresi olmaktan çıkacağı söylenmektedir. "İnsanları düşüncelerini söylemeye iten, yöneticileri dinlemek zorunda bırakan e-postanın, şirketin hiyerarşik yapısını yeniden şekillendirdiği şüphe götürmez. Bu sebeple müşterilerime bilgi akış sisteminden daha fazla yararlanabilmeleri ve şirket içi işbirliğini geliştirebilmeleri için e-posta kullanmalarını tavsiye ediyorum" diyor Gates(1999, s. 172).
Bilgi çağının insanları için zamanı başka türlü yorumlamak gerekiyor. Yüzyıllardır kullandığımız saat-dakika kavramı yerine bunların internet karşılığı olan evrensel "beat" kavramı kullanılmaya başlandı. Biliyorsunuz saat düzenine göre yeryüzünde her mahallin ayrı bir saati(veya saat dilimi) vardır. İstanbul'da saat 05:00 gösterdiği anda Paris'te 04:00, New York'ta bir önceki gün 22:00, Sydney'de 13:00' dir. İnternet dünyasında ise yeni bir kavram var: Beat. Her gün, 1000 eşit parçaya bölünüyor ve her bir zaman parçasına da "beat" deniyor. Böylece bir beat eski saat düzenine göre 86,4 saniyeye karşılık geliyor. Merkez olarak WWW'nin keşfedildiği Cenevre seçilmiş. Cenevre'de  eski saat 00:00 iken beat de 0. Gün ilerleyip bir sonraki gece yarısına gelinirken beat 1000'e yaklaşıyor. Tam gece yarısı beat 1000 oluyor ve gün bitip, tekrar sıfırdan başlıyor. Böylece sanal dünyanın neresinde olursanız olun beat hep aynı oluyor... Belki 20-30 yıl sonra geriye dönüp "saat diye bir şey vardı" diyeceğiz(SYS, S. 17). 
Bu itibarla, günümüzde insan x insan, insan x iş, insan x çevre, hız x mekân ilişkilerini gözden geçirip, yeniden  tarif etmek gerekmektedir.
Bedeni ve adalesiyle çalışan bir kol işçisine "bizim iş standardımız saatte 150 parça çıkarılmasını gerektiriyor, siz ise yalnızca 120 adet çıkardınız" denebilir. Ama bilgi işçisinin işini tam gerçekleştirip gerçekleştiremediğini bilmek için, ne yapılması ve niçin yapılması gerektiğini onunla görüşmek lâzımdır. Bilgi işçisi tek boyutlu, tekrarlanan işleri yapan değil, tümüyle bir prosesi yöneten kimsedir. Bilgi işçisi, kendi kendini yönlendirdiğinden, kendisinden neyin, niçin beklendiğini kavramak durumundadır. Aynı zamanda, kendi ürettiği şeyi kullanacak olan diğer insanların yaptığı işi de anlamalıdır. Bunun için, yeterli bilgiye, tartışmaya ve yönlendirilmeye ihtiyacı vardır. Bunların  hepsi zaman alıcı şeylerdir. Büyük kuruluşlarda, nerede bilgi işçileri iyi performans gösterse, üst yöneticiler, düzenli aralıklarla onlarla bir araya gelip, kuruluş hakkındaki fikirlerini alırlar. Aksi hâlde, bilgi işçileri hem şevklerini yitirerek eyyamcı olup çıkarlar, hem de bütün enerjilerini kendi uzmanlık alanlarına yöneltip, kuruluşun hedeflerinden uzaklaşırlar. Ancak, böyle bir toplantı fazla zaman alabilir. İnsanları birbiriyle kaynaştırmak, ilişkileri düzene koymak da, klâsik organizasyonlarda olduğundan daha  fazla zaman ister.
Bir kuruluş ne kadar büyürse, sonuçta yöneticinin kendi inisiyatifiyle kullanabileceği zamanı o kadar az olacaktır. Bu da, yöneticinin zamanının nereye gittiğini bilmesini ve küçük bir zaman dilimini bile kullanmayı öğrenmesini mecbûrî  kılmaktadır.
Bir kuruluşta ne kadar insan bulunursa, insanlar hakkında o kadar sık karar verilir. İyi bir personel kararının alınması ise olağanüstü büyük bir zamanı gerektirir. Kurumun yeni biriminin idârecisine, ya da kurumun eski bir biriminin yeni idârecisine, kurumun yeni bir biriminin eski idârecisine ne gibi sorumluluklar verileceği, iş için gereken pazarlama bilgisine sahip olan, ancak teknik eğitimi bulunmayan birinin boşalan göreve yükseltilip yükseltilmeyeceği, ya da pazarlamacılık geçmişi olmayan birinci sınıf bir teknik adamın, bu göreve getirilip getirilmeyeceği gibi hususların ayaküstü bir atamayla çözülemediğini, acı ve pahalı tecrübelerle öğrenmiş bulunuyoruz.
 Yine bu tecrübelerden hareketle; bir insanı istihdam ederken, ne yapacağımıza, ne kadar yapacağımıza, ne kalitede iş çıkartacağımıza ve hattâ bu insanı işle bütünleştirmek / ilişkilerini düzenlemek için ne kadar vakit harcayacağımıza da karar veriyoruz.  Bu bakımdan yöneticilerin her şeyden önce görev ve yetki verecekleri insanların seçimine çok dikkat etmesi ve yeterli zaman ayırması gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Aceleyle ve hızla alınan personel kararlarının yanlış kararlar olması pek muhtemeldir. Yönetim uzmanı Drucker tanıdığı başarılı yöneticilerin istisnâsız hepsinin, personele ait kararları çok ağır aldıklarını ve kendilerini gerçek anlamda bağlamadan önce, uzun uzun düşündüklerini ifâde etmektedir.
İşyerine yeni bir eleman almak isteyen yöneticilere satranç oyuncusu gibi hareket etmelerini tavsiye ederiz. Satranç oyununda taşlarınız azalsa ve bir piyonunuz son hatta çıksa, o taş kaybettiğiniz bir taşın yerine geçer. Yani isterseniz vezir, isterseniz kule, at, fil yapabilirsiniz. Seçiminizi mutlaka vezir olarak yapmanız gerekmez. O ânda oyunda en iyi pozisyonu alacağınız bir taşı seçersiniz.
Drucker (1992, s. 37-67) tespitlerine göre, General Motors'un eski başkanı ve yöneticilik konusunda en önemli  referanslar arasında adı geçen, A.P.Sloan, hiçbir zaman, önüne ilk defa gelen bir personele ait karar almamasıyla tanınırmış. Genelde, üzerinde saatlerce düşünse de önce geçici bir karara varırmış. Birkaç gün ya da hafta geçtikten sonra, sanki üzerinde daha önce hiç çalışmamış gibi, meseleyi yeniden ele alıp, kararını da, aynı isimle iki üç defa karşılaştıktan sonra vermesiyle tanınmış. Ama, seçtiği personelden hep "kazançlı" çıkan biri olarak da isim yapmış.

39. Akılsız Başın Cezasını Ayak Çeker
-------------------------------------
İnsanlar kuruluşların işlerine uygun düşen ölçülerde ya da biçimlerde dünyaya gelmezler. İnsanlar daima en iyi durumda bile, işe "nispeten uygun" vaziyette olurlar.  "Akılsız başın cezasını ayak çeker" diye bir atasözümüz var. Burada bacaklarla ve kol emeği ile yapılan işlere harcanan zamanı ne kadar azaltmak istiyorsak, "başa", yani bilgi işine o kadar daha fazla zaman harcamalıyız, anlamı çıkıyor. Vasıfsız işçiler için ne kadar kolaylık sağlamak istiyorsak, bilgi işçilerinin o kadar çok iş yapması gerekecektir.  Makine işçisinin boş saatleri, zarûrî olarak, bilgi işçisinin daha da uzayan, yoğunlaşan çalışma saatleriyle karşılanmaktadır. Bugün sanayileşmiş ülkelerde, yöneticilerin zaman kıtlığı problemi düzeleceği yerde, daha da kötüye gitmektedir. Bunun önemli bir sebebi, yüksek bir hayat standardının, bir yenilik ve değişim ekonomisini gerekli kılmasıdır. Oysa yenilik ve değişim, yöneticiden talep edilen zamanı daha da artırmaktadır. Kısa bir süre içinde düşünülüp yapılabilecek olan tek şey, zaten bilineni düşünmek ve her zaman yapılanı tekrarlamaktır. Eğer bir ülkenin, bir kuruluşun enflâsyon, iç güvenlik, dış ticâret, verimlilik vb gibi köklü meseleleri çözülmek isteniyorsa, konuya alelâde bir kimsenin baktığından ve yaptığından farklı bakmalıdır. O hâlde, daha çok zaman ayırmak zorunda kalınacak demektir.
Kuruluşun talepleri, insanların talepleri, yenilik ve değişim talepleri gibi sebepler dolayısıyla, zamanlarını iyi kullanabilme konusu, herkes için giderek artan bir önem kazanmış bulunmaktadır. 1980'li yıllardan sonra özellikle yöneticiler için bilgi akışını gerçekleştirmek amacıyla "Yönetim Bilgi Sistemleri(YBS)" önemli kolaylıklar sağlamıştır. Artık tolerans sınırları içinde kalan harcamaları denetlemek için yöneticilerin saatler boyu liste incelemesine gerek yok. YBS ile belli sınırı aşan bilgiler yöneticiye ulaşıyor ve normal harcamalar eleniyor. e - postayla dosyaları ilgililerine ulaştırmak hem zaman ve mâliyetten kazanmaya, hem de kalite ve güvenliği artırmaya yarıyor. "Dijital sinir sistemi insan beyninin yeteneklerini sonuna kadar kullanırken, emek ihtiyacını asgariye indirmiştir.  Cevapları şirketinizin kararlarını değiştirebilecek soruların listesini hazırlayın ve bilgi sisteminizden bunlara cevap isteyin. Bu bilgileri şirketinizin içinde insan düşüncesi kadar hızlı ve kolay dolaşır hâle getirebilirseniz, çok sayıda insanı tek bir insan kadar çabuk ve kaliteli çalıştırabilirsiniz" diyor Gates(1999, s.51) Zamandan, enerjiden, paradan tasarruf ederken, kaliteyi de artırmanın yolu enformasyon teknolojilerinden doğru faydalanabilmektir. Bu konuda bir hatırlatma daha yapıyor yazar "Eğer teknoloji ile ilgili çok fazla terim biliyorsanız, teknolojinin yanlış yüzüne bakıyorsunuz demektir. Teknolojinin işinize nasıl yardımcı olacağını anlamak için atmanız gereken ilk adım bilgisayar konusunda temel bir bilgiye sahibi olmaktır".
Başarılı bir toplantı iyi hazırlık yapmaya bağlıdır. Toplantının ana amacı bilgi sunmak olmamalıdır. İnsanların verileri önceden inceleyebilmeleri için e - postadan yararlanmak, böylelikle toplantıya hazırlıklı gelmelerini sağlayarak, hem zaman kazanılır, hem de yapıcı tartışmaya imkân bulunur. Sekizinci Bölümde konuya ayrıca temas edilecektir.
Şirketlerimiz artık bilgisayarı çokça kullanmaya başlamışlardır. Şirkette kullanılan bilgisayarları birbirine bağlayıp bir ağ oluşturulduğu zaman, internet için 25 yıldır geliştirilmiş olan teknolojiyi, intranet için kullanabilirler. İntranet özel olarak Web sayfası ve benzeri birtakım servislerin sâdece bir şirket içinden ulaşılabilir şekilde kullanılmasıdır. Her şirkette işle ilgili dünya kadar önemli bilgi, geniş veritabanları, yaşlı, büyük boy veya mini bilgisayarlarda saklanır. Bu bilgilere ancak şirket çalışanları kolayca ulaşabildiğinde fayda sağlanır. Kullanıcıların kendi bilgisayarlarında sakladıkları, hapsettikleri bilgiler intranet vasıtasıyla tüm şirket çalışanlarının istifadesine açılır. İntranet bir kere kurulduktan sonra:
- Şirket içinde dolaşan hemen her kâğıt not, e-posta veya Web sayfası olarak daha etkili bir şekilde yollanabilir. Hem dosyalamada, hem erişmede kolaylık sağlanır.
- Hacimli, az kullanılan, tozlu şirket kitap ve kataloglarında hızla araştırma yapılabilir. Bu dokümanların yazarları, kayıtlı bilgileri kolayca güncelleştirebilirler.
- Bir proje üzerinde birden çok kimse çalışıyorsa, proje ili ilgili bilginin Web'e konulması, herkesin kendisi ile ilgili bölümü güncelleştirmesine ve son bilgileri görmesine yardımcı olur.
- Özellikle e-posta ve Web teknolojisini içine alan İnternet teknolojisi  geleneksel veritabanları ile birleştirildiğinde, şirketin bilgiyi düzenlemekte kullandığı yöntemler değişmeye mahkumdur. Artık kâğıt notlar pek ender gözükecek, evrak arşiv dolapları da çok yavaş dolacaktır.
"İnternet veya intraneti ne kadar çok ve yaygın kullanırsanız, çevrenizdeki insanların o derece başarılı olmasını ve işe hakim olmasını bekleyebilirsiniz. E-posta ve Web teknolojileri telefona benzer. Herkes sahip olduğunda ve kullandığında çok daha faydalıdır." (Levin ve ark. 1997, s.47)

40. Kendini Yönetir Olmak
-------------------------
Bilgi çağında kaçınılmaz şekilde çoğumuz (özellikle bilgi işçilerinin tümü) kendi kendimizi yönetmek zorunda olacağız. İnsanlar artık kendilerini en büyük katkıyı sağlayacakları yere yerleştirmek, kendi kendilerini geliştirmeyi öğrenmek, elli yıllık çalışma hayatında genç ve fikren canlı kalmayı öğrenmek zorunda kalacaklardır. Yapmakta olduklarını nasıl ve ne zaman değiştireceklerini; bunu nasıl ve ne zaman yapacaklarını öğrenmek zorunda olacaklardır.
Drucker'e göre(1999, s.177) Bilgi işçileri kendilerine iş veren kurumdan fazla yaşayacak gibi görünüyorlar. Bilgi işçilerinin part-time olsa bile yetmiş beş yaşlarına gelinceye kadar çalışmaya devam etmeleri mümkündür. Diğer bir deyişle, ortalama çalışma hayatının, özellikle bilgi işçileri için elli yıl olması mümkün görünmektedir. Ama başarılı bir işletmenin ortalama ömrü sâdece otuz yıldır; özellikle yaşamakta olduğumuz gibi büyük çalkantılı dönemde bu kadar bile olmayabilir. Sonsuza kadar yaşamaları beklenmese bile, normalde uzun ömürlü olan kurumlar da (okullar, üniversiteler, hastaneler, devlet daireleri) bu çalkantılı dönemde hızlı değişimler yaşayacaklardır. Hayatta kalsalar da yapılarını, yaptıkları işi ve ihtiyaç duydukları bilgileri, çalıştırdıkları kişileri değiştireceklerdir. Bu nedenle, işçiler, özellikle bilgi işçileri, herhangi bir işverenden fazla yaşayacak, başka bir işe, bir göreve, bir mesleğe daha hazır olmak zorunda kalacaklardır.
Çok büyük başarıları kazanan insanların biyografileri incelenirse, bunların her zaman kendi kendilerini yöneten kimseler olduğu fark edilir. Onları başarılı yapan büyük ölçüde budur. Bundan sonra, doğuştan gelen yetenekleri mütevazı olan, yani vasat insanlar bile, kendi kendilerini yönetmeyi öğrenmek zorunda kalacaklardır. Bu itibarla bilgi işçileri kesinlikle yeni taleplerle karşı karşıyadırlar. Bu insanlar kendilerine Ben Kimim? Güçlü Yanlarım Nelerdir? Nasıl Çalışıyorum? Nereye aitim? Benim Katkım Nedir? Sorularını sormalı ve Ömürlerinin ikinci yarısını da planlamalıdırlar.

41. Ömrümüzün İkinci Yarısı
---------------------------
Daha önce söylediğimiz gibi; insanlık tarihinde ilk defa, bireyler kurumlardan daha uzun ömürlü olacaklarını bekleyebilirler. Bu tamamen yeni bir tartışmaya zemin hazırlamaktadır. 
Hayat Ne İçin? Diye sorduğumuz ve ihtiyaçlarımızı tartıştığımız bu bölüm çerçevesinde, İnsan ömrünün ikinci yarısında ne yapmalıdır? Sorusuna cevap aramak durumundayız. Drucker 21. yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları yaptığı son eserinde şu görüşlere yer veriyor:
İnsan artık otuz yaşındayken çalıştığı kurumun, altmış yaşına geldiğinde de var olmasını bekleyemez. Aynı zamanda, çoğu kimse için aynı işte kırk elli yıl çalışmak çok zordur. Yıpranırlar, sıkılırlar, işlerinde heyecanı kaybederler, "iş başında emekli olurlar" ve hem kendilerine hem de etraflarındaki herkese yük olurlar. Bu üstün başarılı insanlar, örneğin ünlü ressamlar için doğru olmayabilir. C. Monet(1840-1926) en büyük empresyonist, görme yeteneğini büyük ölçüde kaybettiği halde, günde on iki saat çalışıyor, seksen yaşında hâlâ şaheserler meydana getiriyordu. Post empresyonistlerin belki de en büyüğü P. Picasso(1881-1973) aynı şekilde, doksan yaşında ölene kadar resim yaptı, yetmiş yaşında yeni bir stil geliştirmişti. Çağımızın en büyük müzisyeni, İspanyol P. Casals(1876-1973) yeni bir parça icra etmeyi plânlıyor ve 97 yaşında öldüğü gün bu parçayı çalışıyordu. 
Bugün yöneticinin "orta yaş krizi" hakkında çok şey konuşulmaktadır. Bu çoğunlukla can sıkıntısıdır. 45 yaşındaki çoğu yönetici mesleğinin zirvesindedir ve bunu bilir. Yirmi beş yıl aynı işi yaptıklarından işlerini çok iyi bilirler. Fakat artık daha fazla bir şey öğrenmemekte; daha fazla katkı sağlamamakta ve işle ilgili mücadele ve tatmin beklememektedirler.
40 yıl çalışan el işçileri, meselâ çelik imalâthanesinde veya bir lokomotif kabininde çalışanlar, normal ortalama ömürlerinin sonuna gelmeden, yani geleneksel emeklilik yaşına bile varmadın, fizikî ve kafa olarak yorulurlar. Artık "bitmiş" hâldedirler. Eğer hayatta kalırlarsa on beş yıllarını da hiçbir şey yapmadan, golf oynayarak; balığa giderek, küçük hobileriyle vb. uğraşarak geçirmekten oldukça mutludurlar. Fakat bilgi işçileri "bitmemiş"lerdir. Her tür küçük şikayetlerine rağmen mükemmel bir şekilde çalışabilirler. Ancak, otuz yaşındaki işçiye pek heyecan verici gelen bir iş elli yaşına geldiğinde onu sıkıntıdan öldürebilir. Yine de bir on beş ya da yirmi yıl daha işe devam edebilir.
Kendi kendini yönetmek, bu sebeple, ömrün ikinci yarısına hazırlanmayı giderek daha fazla gerekli kılacaktır. Bunun üç yolu vardır:
• İkinci ve farklı bir işe başlamak,
Genellikle bu bir kurumdan başka tür bir kuruma geçmek demektir. Buna tipik bir örnek, Amerika'daki orta kademe işletme yöneticileridir. 45 veya 48 yaşlarına geldiklerinde çocukları büyümüş olur, emekliliğe hak kazanmışlardır. Büyük bir kısmı hastane, üniversite veya kâr amacı olmayan bir kuruma geçerler. Birçok durumda aynı tür işte kalırlar. Büyük bir şirkette bölüm kontrolörü olan kişi meselâ orta büyüklükteki bir hastanede kontrolör olarak çalışır. Ama giderek artan sayıda insan da başka bir iş alanına da kaymaktadır.
ABD'de oldukça çok sayıda orta-yaşlı kadın, bir şirket veya mahallî idârelerde yirmi yıl çalışıp alt düzey yönetici pozisyonuna kadar gelmiş, sonra 45 yaşında, çocuklarını büyütmüş olarak "Hukuk Fakültesi"ne girmiştir. Bu kadınlar üç dört yıl sonra kendi çevrelerinde ikinci derecede avukatlık işleri yapmaya başlarlar. İlk işlerinde mütevazı bir başarı elde etmiş, sonra böyle ikinci bir meslek edinmiş insanlarla ilgili çok misaller vardır. Bu insanların değerli becerileri vardır. Çalışmayı bilirler. Çocuklar gittikten sonra ev bomboş kaldığı için topluma ihtiyaçları vardır. Gelire de ihtiyaçları vardır. Fakat hepsinden öte, mücadeleye ihtiyaçları vardır.
• Paralel Kariyer,
İnsanın ömrünün ikinci yarısında ne yapacağı sorusuna ikinci cevap, paralel meslek geliştirmektir. Özellikle ilk işinde başarılı olan çok sayıda insan yaptığı işte yirmi-yirmi beş yıl kalır. Birçoğu ücret aldıkları asıl işte haftada kırk veya elli saat çalışmaya devam ederler. Bâzıları tam günden part-time'a geçerler veya danışman olurlar. Fakat o zaman kendileri için -genellikle kâr amaçlı olmayan bir kurumda- çoğu kere haftada 10 saatlerini daha alacak paralel bir iş meydana getirirler. Örneğin vakıflar bünyesinde sorumluluk alırlar. Korunmaya muhtaç insanlar için kurulmuş sığınma evini(Dâr-ül aceze) yönetirler; çocukların kütüphanecisi olarak mahallî kütüphanelerde çalışırlar. Bâzıları da okulun idâre heyetine girerler vb.
• Sosyal Faaliyetler,
Bunlar genellikle ilk mesleklerinde, işadamı, doktor, danışman, üniversite profesörü olarak çok başarılı olmuş kişilerdir. İşlerini severler, fakat artık heyecanları kalmamıştır. Yapmakta oldukları işi giderek daha az zaman ayırarak sürdürürler. Fakat bir işe, genellikle kâr amacı olmayan bir faaliyete başlarlar.
Hayatlarının "ikinci yarısını" yönetenler her zaman sâdece azınlık olarak kalacaklardır. Çoğunluk şimdi yaptığını yapmaya devam edecek, yani işteyken kenara çekilecek, sıkılmış, rutin işlerini sürdürürken emekliliğine kaç yıl kaldığını sayacaktır. Fakat o az sayıdakiler, yani ortalama çalışma süresinin uzamasını hem kendileri hem de toplum için bir fırsat olarak görenler, gittikçe toplumda lider ve örnek hâline geleceklerdir. Gittikçe artan "başarı numûneleri" olacaklardır.
İnsanın hayatının ikinci yarısını yönetebilmesinin tek şartı vardır:
Bunu o dönem girmeden çok önce tasarlamak, hazırlanmak ve gerçekleştirmek.
Eğer insan kırk yaş veya daha öncesinde gönüllü hizmete başlamamış ise, altmışını geçince istese de gönüllü hizmet yapmayı başaramayacaktır. Aynı şekilde, bildiğim bütün sosyal girişimciler seçtikleri ikinci işte çalışmaya esas işlerinde zirveye ulaşmadan çok önce başlamışlardır.
Kendini yönetmenin bilgi işçisi için, ikinci bir büyük ilgi alanı geliştirmek ve bunu bir an önce yapmak anlamına gelecek olmasının bir sebebi daha vardır. Hiç kimse hayatında veya işinde ilerlemesini engelleyecek ciddî bir şeyle karşılaşmadan yaşamayı bekleyemez. Herkes birtakım engeller ve zorluklarla, imkânsızlıklarla karşılaşacaktır.
İşinin ehli mühendis 42 yaşındayken, şirkette beklediği yere başkası geçmiştir. Tecrübeli kolej öğretmeni ilk tayin olduğu küçük okulda öylece kalacağını, hiçbir zaman büyük bir üniversitede profesör olamayacağını anlamıştır. İnsanın hayatında boşanma, çocuğunu kaybetme gibi yaşadığı trajediler vardır. O hâlde, ikinci ilgi sahası her şeyi değiştirebilir. Terfi ettirilmeyen mühendis artık işinde çok başarılı olmadığını bilmektedir. Buna mukabil başarılı olduğu dışarıdaki faaliyetinde devam edecektir. Bu durum, başarının önemli olduğu bir toplumda gittikçe artan bir önem kazanacaktır.
Geçmişte böyle şeyler yoktu, düşünülmezdi. Ama günümüzde ikinci bir meslek olsun, paralel iş veya sosyal faaliyet olsun, lider olmak, saygı görmek, başarılı olmak fırsatı veren hayatımızın ikinci yarısını değerlendireceğimiz bir alanın bulunması gerekmektedir.
Kendini yönetmek insan ilişkilerinde bir devrimdir. İnsanlardan, özellikle bilgi işçilerinden daha önceleri bilinmeyen, istenmeyen yeni şeyler ister. Her bilgi işçisinin Üst Yönetici gibi düşünmesini ve davranmasını talep eder. Bu şimdiye kadar alıştıklarımızdan 180 derece farklı davranabilmek demektir.
Sâdece âmirleri tarafından kendilerine söyleneni yapan adale işçisinden, kendi kendilerini yönetmek zorunda olan bilgi işçisine geçiş sosyal yapıyı derinden sarsacağa benzemektedir. Çünkü her toplum bilinçaltında bile olsa şu iki şeyi kabul etmiştir ve bunların aynen devam edeceğine inanmaktadır:
- Kurumlar insanlardan uzun ömürlüdür,
- Çoğu insan yerinden kımıldamaz.
Ama anlata geldiğimiz "Kendi Kendini Yönetme" kavramı, bunun neredeyse tam zıddı gerçeklere dayanır:
- İşçiler kurumlardan uzun ömürlüdür,
- Bilgi işçisinin hareket serbestisi vardır.(Drucker, 1999, 202-8)

42. Zamanı Kullanış Tarzımız Bizi Ele Verir!
--------------------------------------------
Dilimizde "Kem âlât ile kemâlât olmaz" diye bir vecize vardır. Eksik, bozuk veya çağı geçmiş âletlerle(araçlarla), kalitesiz hammadde ve hizmetle, geri tekniklerle, günü geçmiş usullerle mükemmel sonuçlar alınamayacağını söylemektedir. Toplam kaliteyi ve toplam kalite yönetimi rûhunun mükemmel tarifidir.
Çoğu yöneticilerin, patronların, tüm çalışanların programları eski alışkanlık ve eylemlerinin atâleti ile mâluldür.  Şartlar değişti, çevre değişti, araçlar değişti, kriterler ve değer yargıları değişti ama çoğumuz anlaşılmaz bir bağnazlıkla geçmişte yaşamaya devam ediyoruz. Geçmişte yaptığımıza benzer randevuları kabul etmeye, aynı tempodaki toplantı ve programlara katılmaya, kararlarımızı yine hislerimize dayandırmaya devam ediyoruz. Sonra da sonuçların mükemmel olmadığından yakınıyoruz!
Bilgi işlem teknolojisinin önde gelen şirketi Intel'in patronu Grove(1997, s.138-72) çağı geçmiş kalıplara sıkışıp kalmış  yöneticilere sesleniyor: "Artık bu kalıpları kırın, sizi her dâveti kabûl etmeye ve her isteyene randevu vermeye sessizce ayartan güce direnin. Çünkü bunları geçmişte yapıyordunuz. Sizden zaman talep eden bir teklif geldiğinde önemini bir tartın. Önemsiz  ise, yeni bir mesaj vermeyecek ise katılmayın" diyor.
"Yeni bir şey öğrenmeye ihtiyâcımız olduğunu îtirâf etmek dâima zordur. Hele insanların saygı duyduğu kıdemli bir yönetici için daha zordur. Ama bununla mücâdele etmezseniz, o saygı sizi yeni şeyler öğrenmekten alıkoyan bir duvara dönüşür. Bunların hepsi insanda bir öz disiplin gerektirir. Intel için yeni yazılım çalışmalarına başladığımda ona harcadığım zamanı, yaptığım başka şeylerden tasarruf ettim. Diğer bir ifâdeyle zamanımı plânlamak ve işte harcadığım vakti yeniden bölüştürüp, düzenlemek zorundaydım. Bu birtakım zorlukları da berâberinde getirdi. Beni periyodik olarak görmeye alışmış insanlar eskisi kadar sık göremiyorlardı. Artık kendileriyle ilgilenmediğimi sanıyorlardı. Onlara anlattım, sakinleştirdim, yöneticiler arasında yeni bir görev paylaşımı yaptım, eski işlerimi onlara dağıttım. Bir süre sonra bu değişikliğin, şirketin yeni yönelişinin bir gereği olduğunu anladılar. Ama bu kolay olmadı.

Değişim, disiplin ve zaman dahil tüm kaynakların yeniden dağıtılmasını gerektirir. Eğer lider iseniz, zamanınızı nasıl geçirdiğinizin çok büyük önemi vardır. Neyin önemli neyin önemsiz olduğunu konuşmalarınızdan çok, zamanınızı kullanış tarzınız anlatacaktır. "Âyinesi(aynası) iştir kişinin lâfa bakılmaz".
Değişim tepeden başlamaz, sizin takviminizden başlar. Takviminiz, zamanı kullanma tarzınız stratejik hedeflerinizin önemini yansıtmıyorsa, hedefinize varamazsınız, kendinize eski tarz meşgaleler bulup, çok çalışarak, kendinizi aldatırsınız" diyor. Özetle eski alışkanlıklarımızı ve iş yapış tarzlarımızı yenilemek ihtiyacındayız. 

43. Değişim Kaçınılmaz, o bir zarûrettir
----------------------------------------
Değişim, terakki ederek(istihâle ederek, ilerleyerek) varlığını sürdürmektir.
Değişemeyen insanlar, bulundukları müesseselerde yapıları kilitleyici, hareketleri frenleyici, eklemleri kireçleyici faturalar koyarlar. 98 yılı sonunda iştirak ettiğim bir seminerde(Icad) şu cümle çok vurgulanmıştı: "Bugün  üç yılda bir, 2005 yılında ise üç ayda bir kendini yenilemeyen kişi ve kuruluşlar çağdışı kalacaklar, rekabet edemeyeceklerdir". Değişime ve gelişmeye ayak uydurmanın anlamı budur. Böyle anlamayanlar veya yapmayanlar, ya çağı yanlış yorumluyorlar veya yarıştan, yenilenmekten kaçıyorlar. Fen(bilim ve teknoloji) sahasındaki değişimi tanımıyorum, hizmeti daha büyütmek istemiyorum, kurumumun başarısına katkıda bulunmak istemiyorum, demekle aynı şeydir. Zihnini dinç tutanlar için, yaşlı olmak eğitim ve değişime mani değildir. Hayat tecrübesi öğrenmeyi, işin püf noktalarını kapmayı kolaylaştırır.
Bâzı eğitim konuları uzun zaman alabilir. Sabırlı davranılmayan, uzun vâdeli stratejileri olmayan kurumlarda, bu durum eğitimin ne kadar verimli olduğu sorusunu erken gündeme getireceği için, uzun süreli eğitimler genelde başarılamaz. Sanâyide üretim teknikleri ve cihazlarının verimliliğini artırmak için tedbirler üzerinde çokça çalışılır. Ama eğitim uzun vâdede sonuçlarını gösterdiği için, insana yatırımın verimliliğe doğrudan etkisi pek az kimsenin aklındadır.
• Kaderi ve kendimizi doğru anlamalıyız,
İrâde-i cüz'iyyemizi nasıl kullanmamız gerektiğini geçtiğimiz maddelerde  bildirmiştik. "Kaderi cebr-i mütehakkim olarak değil, ilm-i mütekaddim olarak anlamalıyız" Varoluş sebebimizi, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmeliyiz. İnsanları ve âlemi en iyi peygamberler (aleyhimüsselâm) bilmişlerdir. Onlara bu ilmi Cenâb-ı Hakk vermiştir. Şu halde insanı en iyi bilenlerin yaptığı sayısız nasîhatlerle kendimizi, hayatı ve başka insanları, âlemi yerli yerine oturtmalı, kıymet hükümlerimizi düzeltmeliyiz. Zıt insan ve karakterlerle muhatap olmak, farklı ortamlarda çalışmak,  hesap dışı olaylarla karşılaşmak aslına bakılırsa zenginlik ve güzelliktir. İnsanın ufkunu açar. Farklılık sinerjinin kaynağıdır.   Sevmek varken, yaşamaktan nefret etmek niye? Hayat bir cendere değildir. Sâdece bedenimizi tatmine yönelik maddî öncelikler koyarak hayatı çekilmez bir yük hâline getiren kendimiz değil miyiz? Önce kendimizle barışmalıyız. İç dengelerimizi kurabilmeli, kendimize baba olabilmeliyiz. İnsanları ve davranışlarını, keşfedilmeyi bekleyen muazzam iç yapılarını tanımaya, anlamaya çalışmalıyız. Başkalarını  anlamanın en kestirme yolu kendini tanımaktır. Sevdiğimiz ve sevmediğimiz şeyleri düşünmeye, kendimize nasıl davranılmasını istiyorsak, başkalarına öylece davranmaya, kendi zaaf ve inatlarımızı tanımaya, âciz bir kul olduğumuzu anlamaya, kısacası kendimizi bir miktar  tanımaya zaman ayırmalıyız. Bunlar hayattan ne beklediğimizi, nereye varmak istediğimizi târifleyen ana konulardır. Bu maddeleri herkes kendine göre yazabilir ve sıralayabilir. Bir şablona oturtmak mümkün değildir ve doğru da değildir. Herkesin hayata bakışı, tıpkı parmak izleri gibi farklı olabilir. Bunların hepsi  günümüzde mutluluk ve başarı arayan, dengeli bir hayat sürmek isteyen herkesin zaman ayırmasını gerektiren belli başlı yatırım sahalarıdır. Bu yatırım sâhalarının hepsine yeteri kadar zaman tahsis ettiğimiz takdirde kazancımızın optimum olacağını ve dengeli bir hayat süreceğimizi varsayıyoruz. Tarlaya arpa ekerek buğday hasad edemeyeceğimiz gibi, başlangıçta problem ekerek ileride refah ve mutluluk derlemek mümkün değildir. Tek ürüne yatırım yaparak, çok çeşit almak da mümkün değildir. Kendi irademizle bir kombinasyon ve optimizasyon gözetmek durumundayız.
Kıymet hükümlerimizdeki değişme ve pekişmeye bağlı olarak, yatırım sahalarının zaman içinde şekillenmesi tabîidir.  Ancak saydığımız bu sahaların sâdece biri üzerine hayâtımızı binâ ettiğimiz, bâzılarını ihmal ettiğimiz takdirde dolmayan bir boşluk ve yetersizlik ile malûl olacağımızı(tahtası eksik bir hayat), minimum yasasına takılacağımızı artık biliyoruz.

44. Hayat Ağacım
----------------
"Zaman Ne İçin?" diye sorduğumuz 2. Bölüm başından buraya kadar saydığımız ihtiyaçlarımızı bir arada görmek için, minimum yasasını incelerken çizdiğimiz ağaç modelini tekrar kullanacağız. Ancak bir farkla:  Şekil üzerinde bitkinin vazgeçilmez ihtiyaçlarının serpildiği "TOPRAK" ortamı yerine "ZAMAN" yazacağız. Bitkinin ihtiyaçları olan elementlerin yerine de insanın ihtiyaçlarını yazacağız. Zaman, ihtiyaçlarımız toplayan ortamın adı olmaktadır.
İlerleyen bölümlerde köklere, gövde ve dallara yeni fonksiyonlar yüklemiş olarak hayat ağacımızı geliştirmeye devam edeceğiz. Şimdi zaman ortamındaki "Hayat Ağacımıza" dönelim:
RESİM: Hayat Ağacı
Hayat bütçemizi hangi ihtiyaçlara tahsis edeceğimizi fıçı örneği ile de açıklayabiliriz:
RESİM: Âb-ı Hayat Fıçısı
Fıçıdaki dilimlerin her biri bir ihtiyacımızı ifâde etmektedir. İhtiyaçlarımız tam karşılandığında dilimler sızdırmasız bir hacim oluşturmaktadır. Fakat karşılanmayan veya yeteri kadar tatmin edilmeyen bir ihtiyaç söz konusu olduğunda, bir tahtası eksik veya bir tarafından sızdıran fıçı söz konusudur. Çekilmez veya doyumsuzluklarla  malûl bir ömür...
• Fıçımız Ne Kadar Dolu?
Şimdi fıçının yüksekliğini 100 cm kabul edelim ve bu bölümün başlarında anlattığımız şekliyle, her bir ihtiyacımızı gerçekten ne kadar karşıladığımızı değerlendirelim. Şöyle soralım:
- Ben bir aile reisi(veya ailenin genç kızı) olarak kaç puan alırım?
- Komşu olarak kaç puan alırım?
- Sağlığımı gözetme bakımlından kaç puan alırım?
- Kendimi geliştirme bakımından kaç puan alırım?
- İşyerimdeki performansım kaç puan eder?
- Vs.... 
Verdiğimiz her puanı kendi dilimi üzerinde bir çizgiyle işaretleyelim. Sonra en düşük puandan başlayarak, sıralayalım. Böylece ailenin bir ferdi olarak, sosyal, manevî, meslekî ve gelişmeci vs. rollerimizi ne kadar  yerine getirdiğimizi(hayat fıçımızın en fazla kaç santim dolabileceğini) kendi kendimize ölçmüş olacağız. Hangi rolümüzün en sınırlayıcı olduğunu, sonra hangisini yükseltmemiz gerektiğini anlayacağız. 
Araştırmalarımız hiç birimizin kendimizi çok kötü bulmadığımızı, harikulâde olmasak da, iyi değerlendirme eğiliminde olduğumuzu göstermiştir. Olsun. En azından kendimizi bir nefis muhasebesine çekmek için iyi bir fırsattır. Eğer bu tecrübeyi aile içinde yaparsanız, çok eğlenceli ve faydalı bir gece geçireceğimizi umuyorum. Böylelikle herkes kendine lâyık gördüğü puanları birbirine gösterir ve onun nezdinde kaç puan ettiğini da anlama fırsatı bulur. Almayı arzu ettiğimiz puanla, aldığımız puan arasındaki farkı kapatmaya çalışmak suretiyle kişisel kalitemizi yükseltebiliriz.